Bir Dönemin Sonu mu? (11)

Genel olarak derin devletten bahsettik. Özelde Türkiye’nin derin devlet yapılanması ve aksiyonlarını değerlendirelim.

Gördüğüm kadarıyla ülkemizin derin devleti kurumsal bir yapıda değil. Yani bir başkanı, yöneticileri, hiyerarşisi yok. Devlet kurumlarındaki üst düzey yetkililerin vatan millet sorumluluğuyla takındığı tavır ve işbirliği var. Sadece muvazzaflar değil, emeklilerin de çalıştığı bir yapı. Şahıslar öldükçe, ya da iş göremez hale geldikçe yerlerine yenileri geliyor ve süreğen bir yapı olarak hayatına devam ediyor. Peki derin devletimizde hangi kurumlar daha etkin?


Sanırım en öncelikli ve etkili kurum Milli İstihbarat Teşkilatı. Öyle etkin ki sadece başkan ve üst düzey yöneticiler değil, en genç yöneticiler bile mevzuya müdahil olabiliyor. Silahlı Kuvvetler’in üst düzey komutanları, hakeza güçlü bir etkiye sahip. İçişleri Bakanlığı’nda kritik görevlerde bulunan vali, emniyet müdürü gibi isimler yine işin içinde. Yargıdan da çok sayıda yüksek yargı üyesi bu yapının birer parçası. Bürokrasiden kritik kurumlardaki yetkililer, CB’nın has dairesindeki danışmanlar derin yapıda sözü geçen isimler. Görevler değiştikçe etkinliği olan insanlar da değişebiliyor. Ancak kudretli ve iş bitirici bazı isimler ünvanlarını kaybetseler bile kimi zaman akil adam, kimi zaman da organizatör olarak birçok meselede karar verici şahıslar olarak boy gösteriyorlar.


Derin devlet içerisinde elbette fikir çatışmaları ve iş tutuş tarzında farklılıklar oluyor. Bunlarda bir şekilde orta yol bulunarak yola devam ediliyor. Hizipler var mı? Tabii ki var, işin içinde insan varsa, ego var, ego varsa entrika ve hizipleşme de var. Sanırım bu engellenebilir bir şey de değil.


Şimdi gelelim Türkiye’de derin devletin tarihsel serencamına. 


Kurtuluş Savaşı’mız ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti derin İngiliz aklı tarafından çizilmiş bir senaryonun sahneye konması ve sonucudur. İngilizler Boğazları ve özellikle de İstanbul’u bir oldu bittiye getirip işgal etmişlerdi. Bu duruma çok öfkelenen Rusya kıyameti kopardı. Boğazlar’ın İngilizlerde olması demek bir bakıma Rusya’nın ümüğüne çökülmesi demekti. Sonrasında Fransızlar ve hatta ittifağın en zayıf halkası olan İtalyanlar bile ses yükseltince İngiltere fiili olarak İstanbul’u tutamayacağını anladı. Belki de baştan beri biliyordu. Ama işgal süresince iyi bir stratejiyle operasyonu tamama erdirdiler.


İngilizlerin savaş tükenmişliği yaşadığı, İrlanda’yla aralarında gerilim olduğu, bu münasebetle Türk ordusuyla çatışmayı göze alamadığı için İstanbul’u terk ettiğini söyleyen bazı tarihçileri kıs kıs gülerek izliyorum. İş sadece Türk ve İngiliz ordularının savaşına kalmış olsaydı, biz İngilizleri sittin sene İstanbul’dan çıkaramazdık. Sadece donanma topuyla bizi bölgeye sokmazlardı. Bir kere İngilizler muzaffer savaş yorunu, sen mağlup savaş yorgunusun. Büyük taarruz bizim son barutmuzu harcadığımız yer. Profesyonel askerin kalmamış, elde kalmış bir avuç erkeğin gönüllü vatan savunuculuğuyla ayakta durmaya çalışıyorsun. Donanman, hava kuvvetlerin yok. Hal böyle olunca zaten Boğazlardan çıkacak olan İngilizler Mustafa Kemal’le masaya oturup beklentilerini sundu. Ülke yeterince yıprandığından sulh o şartlarda en makul çözümdü.


İngilizlerin yeni kurulan Türkiye’den beklentileriyle Atatürk’ün Türkiye’yi götürmek istediği istikamet uyumluydu.Belki de istemeden kabul ettiği tek şey hilafetin kaldırılmasıydı.  Atatürk Türkiye’nin modern Batı’nın bir parçası olması gerektiğini düşünüyordu. Pozitivist bir kafası vardı. Fakat pratikte çok önemli bir çelişki ortaya çıkıyordu. 1. Dünya Savaşı sonrası dağılan Osmanlı coğrafyasından (Balkanlar ve Kafkaslar) milyonlarca kişi Türkiye’ye sığınmıştı. Bunların tamamı Müslüman’dı. Dikkat ederseniz Ortadoğu’dan göç dalgası olmamıştır. Çünkü o bölgeler İslam yurduydu. Hasılı Türkiye ana omurgası İslam olan bir halkın omuzları üzerine inşa edilecekti. Diğer taraftan ülkenin başında modernitenin hakim kılınmasını arzulayan bir lider vardı. Bu ceket bu bedene uymazdı.


Dindar insanlarımız Atatürk’e, İnönü’ye büyük öfke duyar. Sebebi İslam’ın gelenek, görenek ve anlayışının kazınmasıyla ilgili Müslüman halka yapılan bunca zulümdür. Fakat burada bir mim koyalım. Yıllar önce seküler kafalı, moderniteye fazlasıyla inanan bir arkadaşımla konuşmuştum. Atatürk’e çok öfkeliydi. “Ülke onun uygulamaları yüzünden modernleşemedi” demişti. Gerekçelerini de saydı. Beni de ikna etti doğrusu. Aslında modernleşme, yazıya başlarken de Marx’tan yaptığım alıntıda altını çızdiğim gibi her şeyi silip süpüren devasa bir hortum gibiydi. O zamana kadar Koca Osmanlı’nın kadim kodlarıını da yeterince sarsmıştı. Zaten Batı medeniyetine gönül vermiş çok sayıda aydının o dönemde zuhur etmesi net bir gösterge. Atatürk de onlardan biri değil mi? Atatürk ve İnönü’nün hatası moderniteye geçişi despotlukla hayata geçirmeye çalışmaları oldu. Zorbalık her zaman direnç yaratır. Müslüman halk devlete ve yöneticilerine büyük bir nefretle mesafe koydu ve kimliğini korumak adına içine kapandı. Böylece ülkedeki kolektif İslami maya uzun süre korunmuş oldu.

Atatürk’ün hayalini kurduğu modern toplum ne Atatürk ne de İnönü döneminde gerçekleşmedi. O günlerde Atatürk’ün kurduğu devlet daha çok askeriye, yani silah gücü, ve yüksek bürokrasideki azınlık bir kitleye dayanıyordu. Derin devlet dediğimiz şey 20. yy’a kadar işte bu azınlık kitlenin elinde dönüp durdu. Derin devlet hep modernite saikiyle kararlar aldı, ama ilginçtir toplumun modernleşmesi tamamen milliyetçi muhafazakar liderler vasıtasıyla oldu; Menderes, Özal ve Erdoğan. Bu üç lider de ABD desteğiyle iktidara geldiler. Bir farkla ki, Menderes ve Özal derin devletin desteğiyle, Erdoğan ise derin devlete rağmen iktidara geldi. Dindar okurlarım bana kızacak ama her üçü de ilk dönemlerinde ABD’nin her istediğini yaptılar. Bu üç lider ne zaman ki bir süre sonra milli refleks gösterdiler, o zaman operasyon yediler. Operasyonları ABD organize etti, derin devlet unsurları uyguladı. Sadece Erdoğan bu operasyondan sağ çıkmayı başarabildi. Bunun sebebi de Erdoğan’ın dirayetli duruşu ve daha da önemlisi derin devletin her zamanki gibi ABD yanında değil bu sefer karşısında yer almasıydı.

Türk derin devleti, evet Atatürk’ten bu yana modernite hayranı, takıntıları olan, halktan kopuk bir çizgiye sahipti. Ama her zaman vatansever bir duruşları vardı. Kurulan ülkenin ismi Cumhuriyet’ti. Fakat doğrudan mutlakiyetle yönetiliyordu. Osmanlı bile son dönemde meşrutiyete geçmeyi başarabilmişti, TC bir adım geri giderek mutlakiyetle yoluna devam etti. Ebedi Şef (Atatürk) ve Milli Şef (İnönü) bir bakıma 37. ve 38. Osmanlı padişahlarıydı; Göstermelik bir Meclis ve sınırsız yetkiyle ölene kadar iktidara sahip olan bu iki zevat ülkeyi demirperde zihniyetiyle yönetti. 


İngiltere-ABD arasındaki bayrak değişiminden sonra, önce Menderes’le ithal ikame ekonomisi, sanayileşme ve kentleşme süreci başlatıldı. Menderes’in fişi çekildikten sonra ülke bir türbülansa sokuldu. Sonra Özal’la 24 Ocak 1980’de serbest piyasa ekonomisine geçiş yapıldı. Atatürk ve İnönü’nün topluma cebren kabul ettirmeye çalıştığı ve bir türlü beceremedikleri modernleşme, art arda gelen kentleşme, sanayileşme ve serbest piyasa şartlarıyla hayata geçmeye başlamıştı. İngiltere süpervizörlüğü döneminde silah zoruyla başarılamayan modernleşme, ABD hegemonyası döneminde ekonomi ve kültür endüstrisi araçlarıyla tatlı tatlı insanımıza yedirildi. Erdoğan döneminde iş zıvanadan çıkacak seviyeye geldi. Ayrıntılara sonra gireceğim.


Sonraki bölüm...

Yorumlar

  1. hocam yazılarınız arasında çok zaman farkı var, biraz daha sık yazsanız sonucu nereye bağlayacağınızı çok merak ediyoruz...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.