Küçük Enver’in Büyük Rüyası (III)
Dış Politikada Yeni
Ufuklar
Ahmet Hoca, Gül’ün dışişlerinden sorumlu başdanışmanı ve
büyükelçi titriyle kolları sıvar. Kitaplarında, derslerinde anlattığı
konuların, savunduğu tezlerin pratikte karşılığını ortaya koyacaktır. Hani neredeyse
bütün hayatını uluslararası ilişkilere vakfetmiş bir insanın önüne bundan daha
iyi bir fırsat da gelemez doğrusu. Yeri gelmişken bir anekdot sunayım.
- Davutoğlu başdanışmanlığa atandığı günlerde bir öğrencisine rastladım. Tabi ki o da hocasına hayrandı. “Ahmet Hoca’nın keyfi yerindedir, tam uzman olduğu alanda çalışacak. Büyük fırsat geçti eline” dedim. Bana şöyle küçümseyerek baktı ve “Fırsat mı? Oğlum adam çok üzgün. O bilimsel çalışma yapmak, akademik dünyada devam etmek istiyor. Tayyip ve Gül adamı ikna etmek için ne kadar yalvardılar biliyor musun?” diye cevap verdi. Bunu not edelim. (1)
Kazan-kazan da nereye
kadar?
Hoca’nın literatürümüze soktuğu önemli(!) bir terim;
Kazan-Kazan (Win-Win). Manası kısaca şöyle. Bir kişi, kurum veya devletle
işbirliği yapıyorsunuz ve her iki taraf da bu işbirliğinden fayda sağlıyor. Bu
hipotez sadece birbirine denk olan iki aktörlü bir vasatta çalışır. Aralarında
büyük güç farkı olan çok oyunculu, rekabet içeren vahşi piyasalarda çocuk
naifliğinde söylenmiş bir söz kadar kıymeti harbiyesi yoktur. Ne yani, mesela
sen İran’la anlaşıp Ortadoğu’da her iki ülkenin çıkarına bir operasyon
düzenleyince diğer aktörler seni alkışlayacak mı sanıyorsun? Rusya, ABD, Çin,
İsrail, Suudi Arabistan öylece seyredecekler öyle mi? Kaynaklar sınırlıysa ve
birileri daha fazla kazanmaya başlamışsa diğerleri kaybediyor demektir. Önce
vaveyla kopar, sonra karşı hamleler gelir. Uluslararası arena kurtlar
sofrasıdır. Kısa zaman zarfında dostun düşman, düşmanın dost olduğu ve asla
gerçek manada bir dostunuzun olmayacağı entrikalar cehennemidir. Davutoğlu gibi
her şeyi kontrol edebileceğini zanneden birinin kulağa hoş gelen bu hipotezi
dillendirmesi normal. Ama buna sahiden inanıyor olup, ona göre dış politika
geliştirmesinin Türkiye’ye kaybettirdiği enerji gayet anormal seviyede olmuştur.
Kazan-Kazan hipotezi, bir yönüyle fikir babası John Nash
olan Oyun Teorisi’ne (Game Theory) benzer. Oyun Teorisi’nde pasta oyundaki
aktörlerin hepsine tatmin edici seviyede dağıtılarak bir orta yol bulunur.
Uluslararası arenada bu kural biraz farklı işler. Kimse diğerinin mutlu
olmasıyla ilgilenmez, herkes kendi çıkarının peşindedir. Dış politika üstadı İngiliz
eski başbakanı Lord Palmertson "İngiltere"nin ebedi dost ve düşmanları yoktur,
değişmez çıkarları vardır." derken
tam da bunu anlatmak istemiştir. Birkaç
büyük oyuncu aslan payını bölüşür ve diğerlerine kırıntılarla yetinmek kalır.
İleride göreceğimiz gibi kendisini ve ülkesini büyük oyuncu vehmeden Davutoğlu gelişmemiş
dişleriyle ceylanın butunu ısırmaya yeltenince hem körpe dişlerinden olmuştur,
hem de sağlam dayak yeyip hırpalanmıştır. Tabi burada olan kendisine değil,
adına hüküm verdiği Türkiye ve diğer İslam topluluklarına olmuştur.
Sıfır sorun mümkün mü?
Komşularınla sorun yaşamazsan ticari, kültürel kazanımların
olur. Ülkende huzur, asayiş olur. Ekonominin en çok belini büken büyük savunma
giderlerinden kurtulursun vs. Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Ama
pratikte böyle bir şey olmuyor işte. Tam tersine herkesin komşusuyla alıp
veremediği oluyor. Vietnam’la, Kongo’yla, Arjantin’le hiç kavgamız oldu mu? Gerçek
hayatta da aynısı olmuyor mu? Kavgalarımızı eşimiz, dostumuz, komşumuzla
yapmıyor muyuz? Pembe hülyalar ve optimist beklentilerle başladığımız “komşularla
sıfır sorun” politikası da pratik süreçte yine orta vadede suya düşecektir.
Elbette lüzumsuz yere komşularla dalaşmanın anlamı yoktur. Ama bunu baz alarak
siyaset bina edersen eninde sonunda hayal kırıklığı yaşarsın. Bunlar idealde
güzel duran ve fakat reel-politikte karşılığı olmayan sevdalar.
Oysa ne güzel
başlamıştı hikayemiz
Abdullah Gül’ün diplomatik tecrübesi vardı, ama başbakan
olarak yeterince meşguldü. Tayyip Erdoğan zaten dış politikaya yeni yeni
ısınıyordu. Davutoğlu dış politikada oldukça etkin pozisyon edinmişti.
Kendisine itiraz edecek birileri çıktığında hepsini susturacak yüzlerce bilgi
verebiliyor, karşısındakilere kurgusunu kabul ettirmesi çok da vaktini
almıyordu. Üstelik ideolojik kafa olarak Erdoğan-Gül çizgisinde olduğundan
iktidar erklerine güven telkin ediyor, geleneksel TC diplomasisine karşı
psikolojik üstünlük sağlıyordu.
Komşularla ve bölgedeki diğer ülkelerle sıkı bir diplomasi
trafiği başlatılmış, ilişkiler toparlanmıştı. Bu arada Erdoğan’ın yasağı kalkıp
da başbakan olunca Abdullah Gül yeni dışişleri bakanı olmuştu (Mart 2003). Erdoğan-Gül-Davutoğlu
uyumlu bir birliktelik arz ediyorlardı. Türkiye’nin o güne kadar alışık
olmadığı aktif dış siyaset sıkça gündeme geliyor, bu politikanın mimarı olan
Ahmet Hoca sadece başdanışman olmasına rağmen medyada pek çok bakandan daha çok
boy gösteriyordu.
Derken Irak krizi patlak verdi. ABD’nin askeri lojistiğine
izin için yapılan tezkere oylaması Tayyip Erdoğan’ın yoğun ısrarına rağmen
meclisten geçmedi. Bu direnişin arkasında Bülent Arınç, Ahmet Davutoğlu vardı.
Tezkerenin reddi ABD’ye karşı Türkiye’yi zor durumda bıraksa da, Arap
dünyasında kafir Amerika’nın Müslüman bir ülkeyi işgaline engel olması olarak
algılandı. Türkiye İslam devletleri nezdinde kısmen olsa da Müslüman halklar
arasında oldukça iyi bir itibar kesbetmişti.
Tezkere reddinin havasını da arkasına alan Türkiye dış
siyasette vites yükseltecek, artık bir nevi bölgesel aktör rolüyle sahada
yerini alacaktı. Her şey yolunda gidiyor, dış politikadaki açılımların iç
siyasetteki yansımaları başta Erdoğan olmak üzere Gül ve Davutoğlu’nun artı
hanesine yazılıyordu. AB ile temaslar tatmin edici seviyeye gelmişti. Başta
Suriye olmak üzere bölge ülkeleriyle sıcak ilişkiler tesis edilmiş Ermenistan’la
bile diplomatik adımlar atılmıştı. AB ile kangren olmuş Kıbrıs meselesinin çözümü
için müzakereler başlamıştı. Diğer taraftan TİKA sağlam çalışmalar yürütüyordu.
2007 yılında kurulan Yunus Emre Enstitüsü ile işe kültürel boyut da
kazandırılmıştı.
Her şey iyi olmasına iyiydi de Türkiye’nin bu yeni dış
politika çizgisi Irak krizini saymazsak ciddi bir sınavdan geçmemiş, çıkar
çatışma anlarında göstereceği tepkiler test edilmemişti. Yani arabanın gazı
iyiydi, hatta haddini aşacak kadar iyiydi. Ama
fren ve manevra kabiliyetini henüz görmemiştik.
Yürü ya kulum
Yazının çok dallanıp budaklanmaması adına bir çok ayrıntıyı
es geçmek zorunda kalıyoruz. Neyse dönelim mevzumuza. Abdullah Gül’ün
cumhurbaşkanı seçilmesiyle boşalan dışişleri bakanlığı koltuğuna Ali Babacan atanır (2007 Ağustos). Ali
Babacan parlak bir özgeçmişi ve yetenekleri olan bir isimdir. Ama hem yaş
olarak Davutoğlu’na göre genç, hem de dış siyaset tecrübesi olmayan bir bakandır.
Davutoğlu tüm kontrolü eline alır.
Kararlar, stratejiler tamamen Ahmet Hoca’nın inisiyatifine geçmiştir. Babacan
durumun farkındadır ve sahnede başka, perde arkasında başka cereyan eden bu
oyuna son verir. Başbakan Erdoğan’a bir mektup yazarak kendisinin dışişlerinde
ehliyetinin yeterli olmadığını, bu iş için en münasip adayın Ahmet Davutoğlu
olduğunu beyan eder. Erdoğan bu mektuba kayıtsız kalmaz ve yeni dışişleri
bakanı olarak Davutoğlu’nu atar (2009 Mayıs).
Davutoğlu ataması kamuoyunca olumlu karşılanır. Ama o güne
kadar siyasetin dışında kalan Davutoğlu meclis dışı bir isim olması hasebiyle
muhalefet kanadından eleştirilir. Kısa süre içerisinde Ak Parti’ye üye olarak aktif
siyasete merhaba der.
- Ahmet Hoca’nın bakan olduğu günlerde etrafındaki arkadaşlardan hep aynı yorumları duyuyordum. Aslında Hoca bakanlığa hiç sıcak bakmıyordu, hele hele siyaseti kerih bile görüyordu. O ailesine ve bilime vakit ayırmak istiyordu. Ama ne yapsındı? Devletin, ülkenin, ümmetin kendisine ihtiyacı vardı. Büyük lütuf ve fedakarlık gösterip bakanlığı kabul etmişti. Bunu da bir yere not edelim. (2) ÖNCEKİ 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 SONRAKİ
Devam linki kırık, http://sezgiseli.blogspot.com.tr/2017/10/kucuk-enverin-buyuk-ruyas-iv.html olacak.
YanıtlaSilUyarınız için teşekkür ederim Tahir Bey. Düzelttim.
Sil