Ortadoğu'da Meksika Açmazı (17)

Sevdiğim bir kardeşim, 14. bölümü yayınlamamın akabinde bana bir yazı gönderdi. Mehmet Ali Gelibolu imzası taşıyan bu yazı, ünlü stratejist John Mearsheimer’in görüşleri üzerine bina edilmiş. Yazının linkini buraya bırakıyorum ve okumanızı tavsiye ediyorum. Yazının bana yollanmasının nedeni Mearsheimer’le benzer görüşlere sahip olmamız. Önümüzdeki dönemde Avrupa’nın çökeceğini ve özne konumunu kaybedeceğini vurgulamış. Aslında ben de bunu Çayna başlıklı yazımda ve daha öncesinde de yazmıştım. Ancak Avrupa’yla ilgili görüşlerine birkaç şerh düşmek zorundayım. Bu vesileyle  kısaca geçtiğim Avrupa bahsini de biraz genişletmiş oluruz.


Öncelikle şunu söylemeliyiz. İngiltere’yi dışarıda bırakırsak Kıta Avrupası 2. Dünya Savaşı’ndan beridir önemli bir aktör değildi zaten. Bizim ülke içi komplekslerimizden dolayı gözümüzde büyüttüğümüz etki gücü oldukça zayıf bir kıtaydı. Evet, ekonomik durumları, konforları yerindeydi, kendilerine göre huzurlu bir ortam tesis edebilmişlerdi. Fakat 80 yıldır ABD’nin dediğinin üzerine söz söyleyemeyen bir garibanlar topluluğuydu. Bunu Özal’ın özel sohbetlerde yaptığı yorumlardan beridir biliyorum, yani 80’lerden. Bir ara Avrupa Birliği üzerinden aktör olma hülyasına kapılsalar da hevesleri kursaklarında kaldı. BM Güvenlik Kurulu’nun daimi 5 üyesinden biri olan ve doğal olarak kararları veto hakkı bulunan, üstüne üstlük nükleer silahlara sahip olan Fransa’nın bile bir ağırlığı yok. Rusya, Çin ve hatta Türkiye tarafından sıkça tokatlanan şamar oğlanı görünümünde. Sömürgelerini tek tek kaybediyor ve biçare şekilde seyrediyor. Veto hakkını en az kullanan ülke (16 kez) ve bunların 15 tanesini ABD’nin kuyruğunda kullanmış. Sadece bir kez sömürgeleriyle alakalı tek başına veto hakkı kullanabilmiş, o da 50 yıl önce. Kıta Avrupası’ndaki en güçlü devletin durumu bu. Varın gerisini siz hayal edin.

Avrupa yaşadığı iki büyük savaştan sonra askeri ve politik aktör olma yeteneğini kaybetmişti. Ancak ekonomi, sanat ve bilimde hala lokomotif karakterini muhafaza ediyordu. Şahsen ben Avrupa’nın çöküşünden bahsederken bu alanlardan bahsediyordum. Fakat Avrupa’nın çöküşü hiçbir zaman mutlak manada olmaz. Avrupa’nın skaler büyüklüğü buna müsaade etmez. Avrupa mecburen sanal konfor dönemini bitirecek ve yeniden diriliş için koşturmaya başlayacak. Gelecek on yıllarda doğum oranları ve nüfusu yeniden artmaya başlarsa hiç şaşırmam.

Yine Mearsheimer’in iddia ettiğinin aksine Avrupa’daki ülkeler ve paktlar arasında geçmişten gelen gerilimler tekrardan nüksetmez. Dış tehdit varken içeride kavga olmaz. Aile üyeleri kendi aralarında çatışmaya, rahatlık battığı zamanlarda başlar. Avrupa zor zamanlarda topyekün reaksiyon gösterme becerisini tarihte defalarca gösterdi (Endülüs, Osmanlı, Moğol tehdidi vs). Machievelli’nin dediği gibi kolay savaş kaybetseler de kolay asimile olmazlar. Bu yönüyle baktığımızda Avrupa fazlasıyla muhafazakardır. Protestan-Katolik bloğu hemen canlanır. Şimdi Ortodoksları da cepheye dahil ederek teolojik konsolidasyonu sağlamaya çalışıyorlar. Papa’nın İznik ziyaretinde Ortodoks ve Katoliklerin beraber ayin yapmasının bir anlamı vardı elbette. Potansiyel düşman Rusya’nın da Ortodoks olduğu göz önüne alınırsa bu hamlenin kıymet-i harbiyesi daha iyi anlaşılabilir.

AB imza seremonileri Papa 10. Innocent'in (Masum) huzurunda atılır.

Ateizmin bu kadar yaygınlaştığı bir coğrafyada dini aidiyetlere çok fazla anlam yüklediğimi düşünebilirsiniz. Her bir ferdi ateist olsa da Avrupa Hristiyan’dır. İnsanın kimliğini kültür ve medeniyet inşa eder ve bu inşanın en güçlü bileşeni hep maneviyat olagelmiştir. Avrupa, Eski Yunan, Roma ve ne kadar inkar etseler de Endülüs’ün çocuğudur, omurgası da Hristiyanlıktır. Tam da bu sebeple İtalya, Yunanistan ve İspanya bütün Akdeniz gevşekliklerine rağmen Protestan disipliniyle boy gösteren Avrupa için vazgeçilmezdir. İnsanlar nasıl bütün zihni yeteneklerine rağmen duygusal basınçlara boyun eğiyorsa toplumlar da öyledir. Avrupa'yı önümüzdeki dönemlerde zorlu bir süreç bekliyor olsa da toparlanmaları doğu milletlerinden çok daha hızlı olacaktır. Braudel’in savunduğu gibi tarihin hızlı değişenlerinden (olaylar) çok, yavaş değişenlerine (olgular) odaklanırsak daha doğru tahlillerde bulunabiliriz.

Hazır konusu gelmişken Papa Leo’nun Türkiye ziyaretine de ufaktan değinmek istiyorum. Kimi çevrelerce ciddi yaygara kopartılsa da, bu ziyaret Türkiye’nin elini güçlendirmiştir. Bazı eski takıntı ve korkuların aşılması gerekiyordu. Devlet bunu aşmış, toplum da zamanla aşar inşallah, özellikle de dindar ve milliyetçi kitleler.

Bu ziyaret sırasında gündeme gelen Heybeliada Ortodoks Ruhban Okulu’nun yeniden açılması da güzel bir gelişme. Ortodoks dünyanın elitleri elimizin altında olsa hiç fena olmaz doğrusu (Bakınız CIA - Fethullah Gülen İlişkisi). Türkiye bu izinleri verirken karşılığında neler aldı bilmiyorum. Ama bedava vermediğinden eminim. Okulda yetişen rahiplerin misyonerlik çalışması yapmasından korkmak gibi geçerliliği kalmamış bagajlara takılmamamız gerekiyor. Türkiye’de 300’den fazla misyoner okulun aynı anda faaliyet yürüttüğü zamanlar oldu. Kaç Müslüman’ı Hristiyan yapabildiler? Neredeyse hiç. Ama “İslam’dan uzaklaştırdılar” diyebilirsiniz. Bu doğru. Mesela Saint Joseph’de okuyan çocuklar Hristiyan olmuyorlar ama İslam’dan da uzaklaşıyorlar. O halde bizim hasmımız Hristiyanlar değil, Hristiyan görünümlü Pozitivistler. Bu bağlamda dindar bir Katolik, Gregoryan veya Ortodoks ve hatta Protestan bile bizimle aynı cephededir, en azından önümüzdeki yüzyıl öyle olacağını iddia ediyorum. “İstanbul’da hala gözleri var” gibi bir kontra-argümanla gelrirseniz, “Onlar önce Berlin, Paris, Viyana, Atina’yı ellerinde bir tutsunlar, sonrasında İstanbul’u düşünürüz” der sizi savuştururum.

Avrupa çok çaresiz kalır da İslam dünyasından ve özellikle de Türkiye’den medet umar hale gelirse, bizimle aralarındaki en önemli çatışma alanı olan “teslis” inancından bile vazgeçebilir. Din dediğin nedir ki; siyasetin oyuncağı. Anglikan mezhebin bir kralın uçkur sevdasına kurulduğu bir dünyada, din her türlü eğilip bükülür. Bazen şahsi hesaplar, bazen devlet refleksleri bazen de toplumsal yönelişlerle din dizaynı hep yapılagelmiştir. Sanmayın ki bu ahlaksızlık bizde yok, İslam tarihinde de makro ve mikro ölçekte sayısız örneği mevcuttur.

Nasıl Suriye’de olan biten bizi fazlasıyla ilgilendiriyorsa, aramızda din gibi büyük bir ayıraç olmasına rağmen Avrupa’nın durumu da aynı derecede bizi ilgilendirir. Çin’in gelişimiyle önümüze çıkan fırsatların başka versiyonları Avrupa’nın çöküşüyle de çıkacak; çifte piyango. Nasıl kavşaktaki ülke olmanın yüküyle yüzyıllardır boğuşuyorsak, nimetlerini de değerlendirmeliyiz. İşte şu seneler, tam da o seneler.

Avrupa bahsini burada kapatıp asıl konumuza dönelim. Başta Suriye olmak üzere Türkiye’ye açılacak alan ve bunu takip eden dönemde neler olabiliceğine dair projeksiyonlar ve bir sonraki kırılmaya nasıl hazırlanmamız gerektiğiyle ilgili yorumlara geçelim. Ama öncesinde sizi Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in birkaç gün önce yaptığı açıklamayla baş başa bırakıyorum: “Terörsüz Türkiye ile birlikte Doğu ve Güneydoğu yeni imalat ve sanayi merkezleri haline gelecek”.

Türkiye’nin ilk faslı Suriye olacak. Sonrasını tam kestirememekle beraber Irak, Ürdün ve Lübnan’ın da sırada olduğunu düşünüyorum. Lübnan’la ilgili tereddütlerim vardı, çünkü Avrupa’nın Levant’taki kalesiydi. Ama biraz düşününce, bölgeyi terörize edebilecek güçlü unsurlar barındıran Lübnan’ın da muktedir bir abinin inhisarına bırakılması gerekecektir şeklinde bir sonuca vardım. Türkiye’ye sunulacak hakimiyet alanının azami sınırları bu ölçüyü geçmez. Petrol ve doğalgaz zengini Arap monarkları yedirmezler, vakumla sömürüyorlar. Ne zaman ki petrol tükenir ya da revaçtan düşerse o zaman “al senin olsun” diyebilirler, yani götürüsü getirisinden fazla olduğunda. Batı’da Mısır, doğuda İran doğal sınırları belirleyen büyük devletler. Hülasa çerçeve az buçuk belli.


lginizi çekebilecek diğer yazılar:

Free counters!

Yorumlar