Bilim, İnsan ve Sanat (III)
İnsanoğlu yaratıldığı ilk günden beri hem fenni bilimler
dediğimiz tabiata, maddelere, insan bedenine yönelik, hem de onunla paralel
olacak şekilde sosyal bilimler dediğimiz insan düşünce, davranış ve etkileşimi
üzerine kafa yormuştur. Bilim dünyasının emekleme dönemlerinde açılan alan ve
bilinmesi gereken şeyler az olduğundan, ve dahi tecessüs ehli, mütefekkir insan
oranı düşük olduğundan münevverler hem tabii bilimler hem insani bilimler
üzerine çalışma yapma fırsatı buldular, biraz da mecbur kaldılar. Bir aydın aynı
anda hem astronom, hem filozof, hem kimyager, hem hekim olabiliyordu. Şimdilerde
alt bilim kategorilerini de sayarsak yüzlerce bilim alanı var. Bilim ve
teknolojideki gelişim bilinmesi gereken bilgi miktarını o kadar çoğalttı ki
herkes mecburen kendi alanı üzerine teksif olmak zorunda kaldı.
Teknik bilimlerle uğraşanlar her geçen gün yeni kapıları
araladıkları için şanslılar. Bir taraftan yıldızlara, galaksilere uzanırken,
bir taraftan da hücre içindeki ayrıntılara, atom altı parçacıklara kadar
indiler. Sosyal bilimcilerin işi bir hayli zor. İnsana ait düşünülebilecek,
söylenebilecek şeyler üzerine eski bilginler çok sayıda fikir üretip açıklamada
bulundular. Kimilerinin Cicero’ya kimilerinin İncil’e atfederek kullandığı
“Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur” sosyal bilimcilerin yaşadığı buhranı
çok iyi anlatır. Sosyal bilimlerde çığır açacak, insanları sarsacak bir
açıklama yapmanın ne denli zor olduğunu kabul etmek lazım. Yine de güçlü
düşünür ve bilim adamları yeni şeyler söylemeyi başarıyorlar. Söylenecek yeni
bir şey kalmadı dendikten onlarca asır sonra Freud ve Jung sosyal bilim
dünyasını temelinden sallayan kuramlar ortaya attılar. Ben tam tersine “Şu mavi gökkubbe altında söylenecek sözler
asla tükenmez” demeyi tercih ediyorum. Teknoloji geliştikçe yaşam
formlarımız, iletişim biçimlerimiz, hatta insanlığın birikmiş bilgisi ve zekası
sayesinde düşünce kapasitelerimiz bile değişiyor, gelişiyor. İnsanlığın
gelişimi logaritmik bir eğri gibi her geçen gün ivmesi artarak devam ediyor. Bu
da bilim adamlarına her yeni gün yepyeni analizler yapıp, hiç kimsenin
söylemediği şeyleri söyleme şansı doğuruyor. Marifet yeni hayatı kavrayıp, yeni
modellemeler yapabilmekte.
Sosyal bilimlerde hem doğru, hem de yeni bir şeyler
söylemek, ortaya koymak teknik bilimlerden çok daha zor. Teknik bilimciler
mikro ve makro derinliklerde yeni alanlara uzanırken, sosyal bilimciler insan
merkezli olmaktan kaynaklanan gerekçelerle fasit daire içerisinde çalışmak zorunda.
Fakat insan ve toplum o kadar karmaşık, dinamik ve amorf bir yapıya sahiptir
ki, sosyal bilimcilerin önüne her an yeni bir denklem, sürpriz bir olay
koyabilir. Bir taraftan insanlığın
varlığından beri var olan meseleler güncel formlarda karşımıza çıkarken, diğer
taraftan da dünyanın değişen fiziki şartlarında insanların bireysel ve
toplumsal refleksleri başkalaşım geçiriyor. Örneğin, bir zamanlar ilim
çoğunlukla şifahi öğretilerle edinilirken, matbaanın gelişimiyle kitap merkezli
olmuş, ulaşım imkânlarının artmasıyla yerinde görme ve inceleme teknikleri
devreye girmiştir. İletişimin güçlenmesiyle eğitim metodlarının hangi forma
evrileceğini kestirmek çok da kolay görünmemekedir.
Sosyal bilimleri alan bazlı incelemeye felsefe ile başlamak
doğru bir yaklaşım olacak. Ama ondan önce coğrafya bilimine değinmek istiyorum.
Sosyal bilim statüsünde görülen coğrafyanın artık teknik bir bilim olduğunu
düşünüyorum. Coğrafya, eskiden beri
yeryüzü şekilleri, mevsimler, dünyanın oluşumu, bitki örtüleri gibi tabii bilimlerin
alanına giren pek çok iştigal alanına sahip. Ülkeler, kavimler, topluluklar
gibi insani merkezli alanları da mevcuttu. Ama bu alanların ciddi bir kısmı
sonradan gelişen sosyoloji, antropoloji gibi bilimler tarafından işgal edilerek
coğrafya daha teknik konularla baş başa bırakıldı. İyi bir coğrafyacı olabilmek
için matematik, fizik, kimya, biyolojiden iyi anlamak gerekiyor. Hal böyleyken üniversitelerdeki
coğrafya eğitimi için liseli
gençlerden hiç fenni bir arka plan talep
edilmemesi üzüntü verici.
İnsan yaratıldı ve diğer canlılardan farklı olarak göze
çarpan birkaç meziyetle donatıldı. Bunlardan birisi düşünme yeteneği. Kimileri
insanı düşünen hayvan olarak bile tanımladılar. İnsanlık, düşünme yetisinin doğal
uzantısı olarak önce tabiata ve beşeriyete yönelik mefhumları anlamlandırma ve
doğru yere konuşlandırma gayretine girişti.
Felsefe bu gerekçeyle ilk ortaya çıkan beşeri bilimdir. Aslında sonradan
zuhur edecek tüm sosyal bilimlere çalışma
metodolojisi ortaya koymuş, özellikle eski Yunan’da başlayan mantık
tartışmalarıyla diğer insani bilimlere somut bir çalışma şeması inşa etmiştir.
Felsefe matematik kadar keskin bir doğruluğa sahip olmamakla beraber, sosyal
bilimler içerisinde yanılma payı en az olanıdır. Bir nevi beşeri bilimlerin
konuşma, üretme lisanı olmuştur. Mantık da felsefenin matematiksel formudur. Bu
sebeple güçlü bir mantık alt yapısı olmayan sosyal bilimciler doğru sonuca
ulaşmakta ciddi zafiyet göstereceklerdir.
Beşeri münasebetleri anlamak için, bu işin esas unsuru olan
insanı anlamak zorundasınız. Bu yüzden bana göre her sosyal bilimci insan psikolojisini
incelemek ve doğru anlamakla mükelleftir. Psikoloji
bilmiyorsanız, ne iyi bir tarihçi, ne başarılı bir sosyolog, ne de etkin bir
iktisatçı olamazsınız. Çocukluğumdan beri günde ortalama birkaç saat hayat
ve insanlar üzerine düşünürüm. Hatta bunu 1-2 gün aksattığımda gerilim yaşamaya
başlıyorum. Yani bu ruhumun önemli ihtiyaçlarından birisi. Gençlere bu düşünce
deryasında yaptığım en önemli tesbit olarak şunu söylüyorum; kendimin normal
bir insan olduğunu farkettiğimde, tüm insanlar bana ruhunun derinliklerini
gösterdi. Yunus Emre “ilim kendin bilmektir” diyerek bu işin özetini gayet
veciz bir şekilde asırlarca önce ortaya koymuş. İnsanın kendi zaaflarını,
komplekslerini doğru bir şekilde algılaması ne büyük bir nimettir. Sadece size
ait olduğunu sandığınız korkuların -farklı oran ve formlarda da olsa- hemen
hemen tüm insanlarda bulunduğunu keşfetmek, hayatı ve insanları doğru tanımlama
hususunda işinizi ne kadar kolaylaştırdığını bir bilseniz.
Bir de yaygın olarak karıştırılan psikoloji, psikiyatri bilimlerine dair bilgi verelim. Psikolog olmak için psikoloji okumanız gerekir. Psikiyatr olmak için önce tıp fakültesi bitirip doktor olmalısınız, ardından da psikiyatri üzerine ihtisas yapmanız gerekiyor. Psikologlar sadece insan ruhu üzerine uzmandır ve bu konuda geliştirdikleri yöntemlerle derdinize çare ararlar. Psikiyatrların ana uğraşı alanı biyolojik rahatsızlıklardan kaynaklanan ruh hastalıklarına tıbbi çözümler üretmektir. Bu yüzden psikiyatr ilaç yazar, doğrudan kimyasal ve hatta mekanik tedaviler üretir. Psikolog ilaç yazamaz, telkin, hipnoz vs yöntemlerini kullanarak ruhu rahatlatmaya gayret eder.
Sosyal bilimci
olacaklara önce mantık ve insan psikolojisi öğrenmelerini şiddetle tavsiye
ediyorum. Mantığı kitaplardan, derslerden öğrenebilirsiniz. Ama psikolojiyi
öğrenmek için insanlar arasına karışmalı, bol miktarda beşeri münasebet,
gözlem, iç okumayla kendinizi geliştirmelisiniz. Sosyal bilimlerin laboratuvarı cemiyetin ta kendisidir. Laboratuvar
çalışması yapmamış sosyal bilimciler güdük teorileriyle insanlığa sadece zarar
verecektir. Bir fizikçi tek bir insanla muhabbet etmeden olağanüstü başarılara
imza atabilir. Ancak sosyal bilimcilerin yalnızca kitap okuyarak ilim edinme gayreti
komik bir yaklaşımdır. Halihazırda ülkemizde olan da yaklaşık olarak budur.
İstisnai sayıda akademisyen kütüphanelerden dışarı çıkmış, sahaya inmiş ve
kayda değer tesbitlerde bulunabilmiştir.
Beşeri bilimler tek celsede bitirilebilecek bir alan değil.
Bir sonraki bölümde de üzerinde konuşmaya devam edeceğiz.
Yazının devamı için tıklayınız.
Yazının devamı için tıklayınız.
Sitede yayınlanan yazılardan haberdar olmak için lütfen abone olunuz.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.