(3) Hakir Gördüğün...

Yaşadığım bir hadiseyi aktararak başlayayım.

Çok sayıda kürt arkadaşım var. Karşılıklı ev ziyaretleri yaptığımızdan çocuklarımızın da kürtlere aşinalığı gayet iyi seviyede. Bir gün ortaokula giden oğlum durup dururken “Kürtler nasıl insanlar?” diye sormuştu. “Senin benim gibi insanlar” diye cevapladım, “Kürdün de iyisi var, kötüsü var, alimi var, zalimi var.” Bunun üzerine okulda yaşadıklarını anlattı. Arkadaşları arasında biri bir espriyi anlamadığında veya saçma, kaba bir hareket yaptığında aşağılamak veya dalga geçmek için “Kürt müsün sen oğlum?” tabiri kullanılıyormuş. Bu durumdan rahatsız olan oğlum bana içini dökmek istemişti. İşin acı yanı -arkadaşlarını tanıdığımdan biliyorum- bu tabirleri kullananlar arasında kürt çocuklar da vardı.

Böyle bir iklim nasıl oluşturuldu? Hangi sosyal dinamikler bu iğrenç algıyı yarattı? Çocuklarımızın zihinleri nasıl böyle kirletildi? Bu çocuklar büyüyünce kürtleri ötekileştirmekten beri durabilecekler mi? Sorular, sorular…

Aslında benzer soyutlama alevilere yönelik de var. Ancak alevilerle tarihi derinliği olan çatışmalar olmuş, inanç ayrışması ve yaşam formu farklılığından dolayı toplumsal kaynaşma sağlanamamış. Yani haklı olmamakla birlikte bir rasyonel yanı var. Bu ayrışma belki ilk zamanlar Osmanlı’nın devlet politikasıydı, ama sonradan sünnilerin de benimsediği bir ötekileştirme söz konusu olmuştu. Oysa kürtlerle aynı camide yan yana namaz kılınıyor, bayramı seyranı birlikte yaşıyor, kız alıp veriyor ve komşuluk yapıyorduk. Bugün kürtlere yönelik bir aşağılama, ötekileştirme varsa bunun sorumlusu tartışmasız şekilde Türkiye Cumhuriyeti devletinin ulusçu politikalarıdır. Şimdilerde sıkça gündemimizi işgal eden “Andımız” tartışmaları da yine bu ulusçu politikaların kolektif şuuraltımıza yüklediği ve bir türlü vazgeçemediğimiz faşist duygularımızın bir uzantısı.

Ortamda bir kürt yoksa birilerini aşağılamak için “kürt, kıro, keko” gibi kürtlerin izzeti nefsine çok ağır gelecek hitapları patavatsızca kullanan bir milletiz. Ortamda kürtlerin bulunmasına bile aldırış etmeden, onları rahatsız edecek terimler kullanmaktan beri durmayanlarımız bile var. Kürtler bize ne yaptı da bu kadar hor görüp kenara itiyoruz? PKK meselesi çıkana kadar hiçbir kötülüğünü görmediğimiz bir millete bu muamele reva mıdır? Kaldı ki PKK’nın bu kadar etkin olabilmesi de doğrudan türk faşistliğiyle alakalı. Konuyla ilgili bir başka anekdotla devam edelim.

Yıl 2000. Şirketten bir elemanımız beni arabayla Levent’teki işyerimizden Kağıthane’deki evime bırakacak. Çeliktepe girişinde asayiş polisi durdurdu. Kimliklerimizi sordu? İkimizin üzerinde de kimlik ve ehliyet yok. Aşağı indirdi ve “Bu arabada her zaman giden uzun saçlı bir bey vardı, siz kimsiniz?” diye sordu. Ben de Hacc’dan yeni geldiğimi ve saçlarımı orada kestiğimi anlatarak durumu izaha çalıştım. Sonra durdu ve nereli olduğumuzu sordu? Trabzon ve Yozgat cevaplarını aldıktan sonra biraz baktı ve “Tamam gidebilirsiniz, ama bir daha kimliksiz gezmeyin” dedi. Tam arabaya binip giderken usulca yaklaşıp “Sakın ha, sizi memleketlerinizden dolayı salıverdiğimi düşünmeyin” diye bir de açıklama düştü.


Soruyorum size memleketlerimiz mesela Muş veya Siirt olsaydı o polis bizi serbest bırakır mıydı? Elbette bırakmazdı. Hadi diyelim o yıllarda terör var, Doğu kökenlilerden şüphelenmeleri doğal karşılanabilir. Ama bizim yaşadığımız vakada bir toplumun bilinçaltı resmi ve devletin kafa yapısı da ayan beyan görünmüyor mu? Terörle hiç alakası olmayan bir kürt, memleketinden ya da menşeinden dolayı ayrımcılık görmeye başlarsa, kendisi de zamanla bu ayrımcılığı uygulayanlara diş bilemeye başlamaz mı? Doğu’daki trafik ve asayiş kontrollerinde polis ve jandarmanın vatandaşa karşı tutumu Batı’ya göre inanılmaz kaba, soğuk ve sert. Devlet bu hitap tarzını muhtemelen bölge halkına korku salmak ve sindirmek için hususen kullanıyor. Tamam, vatandaş sinmesine siniyor, korkmasına korkuyor da, bir taraftan da öfkelendikçe öfkeleniyor, biriktirdikçe biriktiriyor. Zamanı gelip şartlar oluşunca birikmiş öfkesini kusacaktır, kusuyor da. Günü kurtaran, ama geleceğimizi karartan bu tür kısır politikalarımızla uçuruma doğru yürüyoruz.

Devletimiz sağolsun hepimizi türk faşisti olarak yetiştirdi. Tamam çocuklarımıza milli bir şuur aşılamamız lazım. Ancak vatansever ve milletperver olmakla ırkçı olmak arasında ciddi farklar var. Bu devletin rahle-i tedrisatından geçmiş her bireyde az ya da çok ırkçı bir zihin yapısı oluşur. Aklı başında ailelerin telkinleri veya kişinin kendisini bu konuda samimiyetle rehabilite etmesi bile bu duygumuzu tamamen silmeye yetmeyebilir. Faşizm ağır bir hastalıktır. Bu konuda kaleme aldığım “Kahrolsun Faşizm” başlıklı yazımda gerekçelerini ayrıntılı olarak yazmıştım.

Toplumun kalan kısmında kürtlerle ilgili böylesine bozuk bir algının oluşmasının başkaca sebepleri var. Öyle ki bir zamanlar Batı bölgelerimizde kürtlerin kuyrukları olan insanlar olduğuna dair şayialar bile yayılmış ve birçok cahil de bunlara itibar etmiş. Bilmeyenler için kürtlerin Anadolu’da yaşadığı coğrafyaya değinmemiz gerekiyor. Çünkü tüm bu olup bitenin coğrafyayla doğrudan ilintisi var. Belki de çoğu insanın duyunca şaşıracağı bir biçimde Orta Anadolu’da hatırı sayılır miktarda kürt var. Yoğunlukla Tuz Gölü etrafında sıralanmış yerleşim yerlerinde 300 civarı kürt köyü mevcut. Kürt anakarasından kopuk olmalarına rağmen bu bölgede bile son dönemde kürt milliyetçiliği yükselişe geçmiş. Mesela Cihanbeyli, Kulu, Haymana, Bala ilçelerinin son seçimlerdeki grafiklerine bakarsanız durumu daha sarih gözlemleyebilirsiniz.

Kürt anakarası diye adlandıracağımız alan Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizin çoğunu kapsayan bir arazi. Bu arazi de iki farklı yer şekli karakteristiği gösteriyor. Birincisi Batman, Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin ve Adıyaman’ı kapsayan ve Yukarı Mezopotamya’nın başlangıcı kabul edilebilecek düşük rakımlı ve karasal iklimin hakim olduğu bölge. İkincisi Doğu Anadolu Dağları’nın ekosisteme damgasını vurduğu yüksek rakımlı sert karasal iklime sahip bölge.


Hepimiz biliyoruz ki ekonomi, medeniyet ve kültürün en çok gelişme fırsatı bulduğu bölgeler, ticaret yollarının üzerinde veya kesişim noktalarındaki yerleşim yerleridir. Henüz keskin devlet sınırları olmayan dönemlerde Doğu Anadolu, özellikle de Van Gölü havzası bu özelliklere haiz popüler bir coğrafyaydı. Urartular, Ermeniler ve ardından Selçuklular bölgede göz kamaştırıcı medeniyetler kurdular. Mesela 12. yüzyılda şu anda Bitlis’e bağlı mütevazı bir kasaba olan Ahlat’ın nüfusu 300 bin civarındaydı. Yani Roma ve Atina’yla beraber Akdeniz havzasının en büyük üç şehrinden biriydi. Doğu Anadolu’nun revacına ilk darbe İran’ın şiileşmesi sonrası Osmanlı-Safevi rekabetiyle geldi. Tansiyonun yükseldiği bölgede doğu-batı hattındaki ticaret ve geçiş yolları tehlike arz etmeye başlayarak zayıfladı. Kuzey-güney hattı da Cumhuriyet’in ilanıyla güneyden akamete uğrayınca Doğu Anadolu büsbütün izole bir bölge haline geldi. Üstelik ağır bir savaştan çıkmanın ve yeniden başlamanın varlık tedirginliği yaşattığı Türkiye Cumhuriyeti uzunca bir süre içine kapalı kalarak bir oranda demirperde hüvviyeti kazanmıştı. Uluslararası aktiviteler ve ticarete, mecbur kalınan ölçüde sınırlı miktarda izin veriliyor, o da yine politik tercih olarak yüzünü Batı’ya çevirmekten dolayı daha çok Avrupa üzerinden gerçekleşiyordu. Altı ay karakışın hüküm sürdüğü, ulaşımın bin bir meşakkatle sağlanabildiği bir arazide hayatını idame ettirmeye çalışan çilekeş kürtler, yukarıda bahsettiğim nedenle kimselerin rağbet göstermediği bu toprak parçasında büyük oranda steril bir topluluk olarak yaşamak durumundaydılar. Bu şartlar, bir yönüyle kendilerini medeniyet ve kültür alışverişinden mahrum bırakırken, diğer yönüyle de dil, gelenek ve kültürlerini dış taarruzlardan ve tahrifatlardan muhafaza etme şansı sundu. Bu süreç 1950’lere kadar sürdü.

Yukarı Mezopotamya bölgesindeki kürtler biraz daha şanslıydılar. Onlar da güney serhad hattında kalmışlardı ve Suriye ile ilişkiler yok denecek kadar zayıftı. Ama en azından daha kabul edilebilir bir iklimde daha verimli topraklarda yaşıyorlardı. Bölgede arap ve süryanilerin olması, kültürel alışveriş ve hoşgörü algısını kısmen besliyordu. Ama nihai kertede kürt olmanın ağır yükünü onlar da sırtlamak zorunda kalacaklardı.

50’lerden sonra Türkiye genelinde başgösteren Batı’ya göç dalgasından Doğu da nasibini aldı ve biraz da tarım toplumundan endüstri toplumuna geçişin doğal uzantısı olarak büyük şehirlere akın edilmeye başlandı. Kürtlerin kapalı dünyasına ilk pencereyi bu göçler sonucunda, başını alıp gitmiş medeniyetle tanışan göçmen kürtler açtı. Bir Batı’ya bir de kendi memleketlerinin durumuna bakıp kıyaslama yapan kürtler haklı olarak sorgulamalara başladı. Devlet imkanlarının Batı’ya aktarıldığı, Doğu insanına üvey evlat muamelesi yapıldığı aşikardı. Batı’ya yerleşen kürtler, gerek dil, gerekse medeniyet bariyerleri muvacehesinde toplumsal entegrasyonu zayıf kaldığından diğer insanlar tarafından iptidai ve kaba olarak algılanmış, devletin süregelen psikolojik yüklemeleriyle halk nezdinde de kürtler hor görülür olmuştu. Aslında kentin yerleşikleri Anadolu’nun bağrından kopup gelen ve kürt olmayan diğer insanlara da tepeden bakıyordu. Ama bu insanlar da -belki de kendilerine ara bir statü yaratmak adına- kürtlerden uzak durmuş ve onları dışlamışlardı. Bu hep böyledir; Bir cemiyete sonradan giriş yapanlar, kendilerini gösterebilmek adına o cemiyetin tanrılarına en çok alkış tutanlar olurlar. Bu münasebetle beyaz türklerin kıyısına yanaşmak isteyen diğer topluluklar Türklük ortak paydasının arkasına sığınarak kürtlere mesafe koydular. Kürtler için coğrafi yalnızlık dönemi kapanmaya başlarken, çok daha kasvetli olan sosyolojik yalnızlık evresi başlıyordu.

Sonradan şehre yerleşenlerin kürtleri tecrid eğilimini içeren bir başka tecrübemle bu bölümü noktalayalım.

Babam da 1950’lerde şehre göçmüş bir insandı. Ankara’nın merkezi varoşlarından birinde yaşıyorduk. Sokağın karşısında oturan kürt bir ailenin oğlu polis olmak için müracaat etmiş. Emniyet mensupları da sicil sorgulama için mahalleye gelmişler ve o kürt delikanlının ahvali hakkında babama soru sormuşlar. Babam “Bunlar ırkçıdır sakın polis yapmayın” demiş. Yıl 1984. Bilakis rahmetli babam devleti koruma işgüzarlığına kalkışmış bu uğurda devletin ırkçı kafasının hoşuna gidecek bir aksiyon almıştı. Babam imamdı, yönetimde de cunta vardı. Siyasi olarak böylesine çelişik bir iklimde komşusunun değil devletin safını tercih etmişi. Varın gerisini siz düşünün.

Sonraki bölümde yakın dönem kürt meselesinin sosyopsikolojik dinamiklerine ve PKK’nın nasıl olup da bölge halkında kendisine bu kadar taban bulduğunu göz atacağız.

Yazının devamı için lütfen tıklayınız.

Önceki bölüme dönmek için tıklayınız.
-------------------------------------------

Free counters!
-------------------------------------------

 Sitede yayınlanan yazılardan haberdar olmak için lütfen abone olunuz.


Yorumlar

  1. Yüreğinize sağlık...

    YanıtlaSil
  2. Aslında tecritte devlet çok da zorlanmamıştır. Yaşam şeklinden dolayı maalesef medeniyet kurma konusunda Türk ler ve İran lılar gibi bir varlık gösterememişlerdir. Halen daha batıya göç edenler bile medeniyet inşa edecek müktesebatta değil. Eğer öykünülecek bir özelliğin yoksa öteki olmaya da adaysın demektir. Bu yüzden kıro, keko gibi yakıştırmalar kendiliğinden çıkmıyor, bir realiteyi gösteriyor. Ayrıca bu tecritten nasibini sadece Kürtler değil Türkler de almıştır. Ama Kürtler gibi eline silah alıp dağa çıkmamıştır. Babanız o davranışı 84 ün hangi ayına denk geliyor bilemiyorum ( belki Eruh daki saldırıyla başlayan vatana sahip çıkma güdüsü ağır basarak) öyle bir eylemde bulundu ama o da bir gerçekliğin yansımasıydı. Herkesten önce Kürtler PKK ya alan açmasa ırkçılık bu seviyelere gelir miydi. Zannetmiyorum

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.