(2) Bir Zamanlar...
Kürtlerin
kadim tarihi konusunda çok sayıda araştırma ve bu araştırmalar sonucunda ortaya
atılmış çok sayıda tez var. Ancak hemen hiçbirisi sağlam temellendirilemediği için
geçmişe yönelik açıklamalardan en çok rağbet görenleri yazıya aktaracağız.
Mesela kürtlerin ana yurdu hakkında Mezopotamya, İran, Orta Asya (Karduk), ve
Kafkasya-Kuzey Karadeniz (Ternopil) şeklinde 4 farklı iddia mevcut. Herkes de
kendisine göre deliller sunma gayretinde. Sanırım en akla yatkın tez, kürtlerin
İran menşeli bir millet olduğu ve farisilerle akraba bir kavim oldukları. Dil
ve fenotip yakınlıkları da bu tezi güçlendirecek nitelikte.
Kürtlerin
kurduğu devletler tartışması daha da karışık. Ancak görünen o ki kürtler ilk
kez Med Devleti’yle tarih sahnesinde çıkmışlar. Medler’in yıkılmasından sonra
kısa süreli devlet teşebbüsleri olmuşsa da hepsi akim kalmış. Medler’in M.Ö.
549’da yıkıldığı göz önüne alınırsa kürtlerin 2.500 yıllık bir devlet hasreti
olduğunu söyleyebiliriz. Devlet meselesi önemli. Çünkü bugünlerde tartışmalar
en çok bu konuda yapılıyor. Çok eskiyi bir kenara bırakarak biraz daha yakına
ve bizleri asıl ilgilendiren kısma yoğunlaşalım.
Kürtler Hz.
Ömer zamanında, Hicret’in ilk yirmi yılında İslam’a girmişler. Yani
müslümanlıkta türklerden en az bir asır kadar kıdemliler. Şu anda kürtlerin
yoğun olarak yaşadığı coğrafya o zaman da kürtlerin yurdu konumundaydı ve
türkler henüz ortalıklarda yoktu. Bunu özellikle tekrar vurguluyorum. Kürtlerin
İslam’la olan ilişkileri doğrudan otantik kaynaktandır ve Anadolu’da yaşayan
pek çok müslüman milletin örneğinin aksine
türklerin bu konuda bir dahli olmamıştır. Bu da kürtler nazarında
Türklük kimliğinin aidiyet ve kutsiyetine, diğer milletler kadar itibar
etmemelerinde ciddi etkileri olmuş bir faktördür.
Kürtler
müslüman olmakla çileli bir yolculuğa da çıkmış oldular. Çünkü Bizans sınırında
yer almakla İslam’ın ileri karakolluğu görevini yürütmek zorundaydılar. Ta ki
türkler gelene kadar. Türklerin gelmesi araplar ve özellikle de kürtler için
tarihsel bir dönüşümün işareti olmuştu. O zamanlar insanlar kendilerini kavim
esaslı değil inanç esaslı konumlandırdıklarından müslüman türklerle, müslüman arap
ve kürtlerin birlikteliği her iki taraf için de sadre şifa bir vuslat oldu. Bu
milletler arasında söz, nişan derken Malazgirt Meydan Muharebesi’nde nikah
kıyılmış oldu. Malazgirt sonrası türkler batıya akarak ön cephedeki görevleri
üstlenmişlerdi. Bu kürtlerin üç asırlık uç beylik görevini türklere devretmesi
anlamına geliyordu. Malazgirt kelimenin tam anlamıyla cihat hüvviyetindeydi.
Farsından arabına, kürdünden türküne herkes küffara karşı birlikte savaşmıştı.
Hatta Muş’un Hasköy ilçesinde yaşayan arap kökenli vatandaşlarımızın, İslam
ordusunda savaşmak için arap diyarlarından gelen ve geri dönmeyen Malazgirt
gazilerinin torunları olduğu söylenir.
Evet.
Malazgirt türklerin Anadolu’yu yurt edinmesinde dönüm noktası olmuştu. Ancak
diğer taraftan da kürtlere emniyetli bir yaşam alanı sunan bir süreç
başlamıştı. 19. yüzyılda başgösteren milliyetçilik dalgasına kadar kürtlerle
türklerin kader arkadaşlığı büyük oranda sorunsuz ve din kardeşliği ekseninde
devam edecekti. Türkler küffara karşı artık ön cephedeydi. Lakin ne zaman
ihtiyaç olsa kürtlerden destek alınabiliyordu. Dünyayı saran milliyetçilik
akımına en az prim veren millet de kürtler olmuştu. Çünkü gerek Selçuklu ve
Anadolu Selçuklu döneminde, gerekse Osmanlı saltanatında kürtler kendilerini
devletin esas unsurlarından biri olarak görmüşlerdir. Haddizatında gördükleri
muamele de bu çerçevedeydi. Bölgedeki sosyal dinamikler devlet tarafından
gözetilir ve kürtlerin kültürel ve toplumsal hassasiyetleri baz alınarak bir
siyaset tesis edilirdi. Mesela Kürtçe hiçbir zaman yasaklanmamış, bölgedeki
aşiret hiyerarşisine ve tekke yapılanmalarına karışılmamıştı. Kimi bölgelerde
özerk yönetimlere de müsaade edilmişti.
Kürtlerin 16.
asır itibariyle Osmanlı’da önemli bir rolü daha olmuştu. İran’daki türkmen kökenli
Safevi hanedanlığının teolojik çizgisini değiştirip Şia’yı resmi mezhep kabul
etmesiyle başlayan şii-sünni mücadelesinde, sünni kürtler Osmanlı için tampon
millet görevi üstlenmişlerdi. Doğu’daki türkmen aşiretlerinde çok sayıda şii
(alevi) bulunması ve bu aşiretlerin şii Safeviler’le işbirliği yapma riski
içermesi Osmanlı’nın doğu sınırlarında zafiyete sebebiyet vermeye başlayınca
sınır boyunca demografik düzenlemeler yapılmış ve sünni bir halk olan kürtler İran
sınırı boyunca yerleştirilmişti. Halihazırda da Türkiye’nin tüm İran sınırı (Ağrı-Van-Hakkari)
hattı kürtler tarafından tutulmaktadır.
Kürtlerle
türklerin gerek evlilik yoluyla güçlenen yakınlığı, gerek din ve mezhep
kardeşliğiyle berkitilen kader arkadaşlığı en çok Osmanlı’nın yıkılış sürecinde
işe yaramıştır. Öyle ki Misak-ı Milli sınırları çizilirken kürt-türk ayrımı
yapılmadan bir hat belirlenmiştir. Mesela Musul ve Kerkük vilayetlerinde türkmen
ve kürt sayısı çoğunluğu teşkil ettiğinden bu bölgeler Misak-ı Milli’ye dahil
edilmiştir. Yani Osmanlı’nın akabinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir bakıma
kürtlerle beraber kurulmuştur. Kürt entelektüellerden Sinan Başak buradan
hareketle, gayet haklı olarak kürtlerin türklerle beraber Türkiye’nin kurucu
unsuru olduklarını vurgulamaktadır. Zaten şu anda kürtlerin iki arada bir
derede kalmalarının temel sebebi biraz da budur.
Birinci
Cihan Harbi’nde ve akabindeki Kurtuluş Savaşı esnasında topyekün olarak
türklerle birlikte hareket etmiş, 1921 Meclisi’nde Kürdistan’dan vekil
yollayarak milli mücadeleye destek vermiş ve hem sahada hem karargahta asli
unsur olmuş bir millet olarak kürtlerin uzun vadede yaşadığı hayal kırıklıkları
hiç de mesnetsiz değildir. En zor zamanlarda türkleri satmayan kürtlere Türkiye
Cumhuriyeti kendi dilinde konuşma özgürlüğü bile çok görmüştür. O dönemde Said-i
Nursi’nin “Türkçe resmi dil olsun, Kürtçe ve Arapça da caiz olsun” önerisi
ciddiye alınmamıştır. Gerçi resmi yasağa rağmen fiili olarak bölgede Kürtçe
konuşulmaya devam etmiştir. Ama uygulanabilirliği neredeyse imkansız bu saçma yasa,
kürtlere bir nevi aşağılama ve zulüm olarak tarihteki yerini almış, kürt
milliyetçiliği propagandistleri için paha biçilmez bir malzeme olagelmiştir.
Türkiye
Cumhuriyeti milliyetçilik cereyanının ortasında kurulmakla ulus devlet olma
refleksi gösterince kürtler için kabus dolu bir dönem başladı. Osmanlı’daki hak
ve hürriyetlerinin bile çok altında bir yaşam alanı bulabilen kürtlerin
rahatsız olması gayet olağandı. Hatta rivayetlere göre Kurtuluş Savaşı
esnasında kürtlere özerklik sözü verilmiş ama ortalık yatışınca bu sözde
durulmamıştı. Bölgedeki rahatsızlıklar özellikle ingilizlerin becerikli manevralarıyla
Türkiye’nin başını epeyce ağırtmış, metazori bastırılan bu kalkışmalar bir
türlü kabuk bağlamamış, kürtlerin derin hafızasında tüm canlılığıyla
yaşayagelmiştir.
Kürtler
kendilerine reva görülen bu statüyü kabullenmekte zorlanmış ama bir şekilde
sineye çekmek zorunda kalmıştır. Biraz da, bin yıldır süregelen kardeşliğin hürmetine,
sırf yönetimlerin basiretsizliği ve zalimliği yüzünden türk halkına husumet
beslemeyecek akil bir duruş sergilemişlerdir. Kaldı ki Anadolu’daki halk da
devletin ideolojik baskıları ve dayatmalarından yeterince müştekidir. Ancak 12
Eylül Darbesi sonrası uygulamalarda Kürtlük öznesi üzerinden bölge halkı ve
aydınlarına yapılan zulümler bir bakıma kapanmamış o meşum yaranın tekrar
kanamasına neden olmuştur.
12 Eylül
sonrası Diyarbakır Hapishanesi’nde yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın insanlık dışı
muameleleriyle canından olmuş veya hayata küstürülmüş kürt kanaat önderi ve
fikir adamlarının hikayeleri birazcık vicdanı olan herkesi dehşete düşürecek
niteliktedir. Öyle ki “O hapishaneden sağ kurtulup dağa çıkmayan şerefsizdir”
sözü söylenir olmuştur. Oktay Yıldıran bu işkenceleri kendi inisiyatifiyle mi
yaptı, yoksa yukarıdan öyle mi emir almıştı, bu kısım hala karanlık. Ama
Türkiye’nin 40 yıldır enerjisini soğuran PKK meselesine zemin hazırlayan en
önemli aktörlerden biri olduğu kesin. Sonraki dönemlerde de bölge halkına
devlet eliyle sistematik bir zulüm uygulanmıştır. Buradan hareketle Yıldıran’ın
bu işkenceleri devletten aldığı emirle yaptığı düşünülebilir. Ama devletin
uygulamaları PKK ortaya çıktıktan sonra yapıldığından buna kanıt olarak kabul
edilemez. Diğer taraftan PKK’nın cunta eliyle kurdurulduğu ve sonrasında
kontrolden çıktığına dair güçlü iddialar vardır. İlk aşamada kürt kökenli muvazzaf
subay pilot Necati Kaya’nın organize ettiği bir yapı olan PKK, 12 Eylül sonrası
kendi yolunu çizmiş ve dış istihbarat ögeleriyle iş tutarak palazlanmıştır.
Pekala “Devlet neden böyle bir örgüt kurdursun ki” sorusu aklınıza gelebilir.
Ordu kendi gerekliliğini ve ehemmiyetini hissettirmek için bu tür kontrol
edilebilir düşmanlar üretir. Süleyman Demirel’in darbeden bir süre sonra meşhur
Yankı dergisine verdiği röportaja bakalım. Mealen şöyle diyordu Demirel: “Darbe
öncesi dönemde Türkiye’de gençler arasında kan gövdeyi götürürken Genelkurmay’a
olaylara müdahale etmesi ve suçluların yakalanması konusunda yaptığımız tüm
çağrılar yanıtsız kaldı. Sonrasında darbe oldu ve katillerin hepsini bir
haftada topladılar.” Buradaki mantıkla PKK’nın organize edilmesindeki mantık
paralellik göstermiyor mu?
Bir sonraki
bölümde Türkiye'de oluşturulan mesnetsiz kürt algısının nasıl inşa edildiğini anlatmaya çalışacağız.
Yazının devamı için tıklayınız.
Önceki bölüme dönmek için tıklayınız.
-------------------------------------------
Sitede yayınlanan yazılardan haberdar olmak için lütfen abone olunuz.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.