Eskiyen Sensin Dostum


“Nerede o eski bayramlar” mı dedin? Yanlış mı duydum? Şimdi de “Aaah, ah! Neydi o eski Ramazanlar” diyorsun sanki. Bir de “Artık yediklerimizde, eski sebze/meyvelerdeki tat yok” dersen tam olacak.

Üniversite yıllarında yediklerimden eskisi kadar tat almadığımı fark etmiştim. Bunu bir büyüğümle paylaştığımda kulağıma acı gerçeği fısıldadı: Çünkü büyüdün.


Hiç hesapladınız mı bilmiyorum. Çocuklar ve gençler cüsselerine oranla bir hayli fazla yiyecek tüketirler. Yetişkinken, çocukluğumuz/gençliğimizdeki kadar yemek yesek, kısa sürede obez oluveririz. Çocukların/gençlerin çok besin tüketmesinin başlıca iki sebebi var; Birincisi büyümek için ekstradan besin alarak vücutlarına yapıtaşı oluşturmak zorundalar. İkincisi de taze bedenlerinde tazyikle devridaim eden kandan dolayı, çok fazla enerjiye ihtiyaçları var. Yaratılışımız da bu minvalde dizayn edilmiştir. Tam da bu sebeple çocukken/gençken iştahımız kuvvetli, dünya nimetlerinden haz alma seviyemiz de bir o kadar yüksektir. Yeri gelmişken belirtelim, sadece tat algılarımız değil, tüm duygularımız (koku, heyecan, korku, acı, işitme vs) hassas ve yoğun içeriklidir.

En ilkel şartlarda yaşayan çocuklar bile hayattan fazlasıyla zevk alırlar. Yukarıda bahsettiğim hormonal sebeplerle yerken, içerken, koşarken keyfi fazlasıyla yerindedir çocukların. Yetişkinlikte iştah ve tat hassasiyetleri azalır ve aynı ürünleri yeseniz de aynı zevki alamazsınız. Sonra hayatı boyunca o çocukluktaki lezzetleri, hazları arar insanoğlu. Zaman geçtikçe kendisini eskisi kadar heyecanlandırmayan bayram merasimlerine bakar “Nerede o eski bayramlar” der durur. Bayramlar yine eski tadında devam ediyor ve emin olun çocuklar fazlasıyla keyfini çıkarıyor. Kabul et dostum, bayramlar eskimedi; eskiyen sensin.


Çocukluğumuzdaki yüksek yoğunluklu duyguların hatıralarımıza ve doğal olarak hayatımıza nasıl etki ettiğine bir göz atalım. İnsan hafızası bir olay, kişi veya mefhumu kaydederken kendine ait teknikler kullanır. Bu teknikler insandan insana farklılık gösterse de kullanılan araçlar benzerdir. Duyu organlarımız, olayın zihnimizde oluşturduğu etkinin gücü ve o anki ruh halimiz, karşılaştığımız nesne, kişi veya hadiseyi belleğimize nakşedip etmeyeceğimiz konusunda belirleyicidir. Bu münasebetle hafızamıza kaydettiğimiz şeyi genelde bu enstrümanların eşleniğinde depolarız. Duyduğumuz bir ses (özellikle müzik), görüntü, kokunun bizi aniden hafızamızda kayıtlı bulunan bir objeye sürüklemesi bu nedenledir. Ya da tam tersi, hafızamızdaki bilgiyi şuurumuza çağırdığımızda onunla birlikte kokular, renkler, melodiler de aklımıza gelir. Bu hemen herkesin tecrübe ettiği bir gerçektir.

Yukarıda vurguladığımız duyguların hassas ve etkili olmasıyla, hafızanın duyguların etkinliğiyle daha kalıcı olmasını bir araya getirirsek şu sonuca varabiliriz. Bir şeyi sevip sevmemede, bazı fobilerin oluşmasında, kimi takıntıların sürekli önümüze çıkmasında çocuklukta yaşadığımız deneyimlerin ağır etkisi bulunur. Çoğunluğunu hatırlayamayız bile. Hatırladıklarımızı da fark edip üzerimizdeki menfi etkilerini temizlememiz kolay olmaz. Psikanalizin bütün amacı, şuuraltımıza gömülü bu türden arızaları ortaya çıkarıp insanları rahatlatmaktır.


Geçmişte yaşadığımız, bilhassa çocukluğumuzdan kalma bir olaya beklenmedik bir anda döndüğümüzde, genelde hüzünle karışık bir mutluluk yaşarız. Bu çelişik ruh hali, eskiden yaşadığımız lezzeti hatırlamaktan kaynaklanan mutluluk ve an itibariyle o lezzetten uzak kalmaktan kaynaklanan hüznün ortak eseridir. Bu çerçevede çocukluğumuza dönüp tekrar mercek altına alalım.

Sinema tarihinin kült filmlerinden Yurttaş Kane’in son bölümünde Karun kadar zengin bir işadamının son nefesini vermeden önce çocukluğundaki kızağının adı Rosebud’ı (Gülgoncası) sayıklaması, çocukluk günlerine duyulan hasret adına iyi bir örnektir. Kane, onca saltanat içinde yaşayıp, dünya nimetlerinin hepsini fazlasıyla tatmış biridir. Lakin çocukluğundaki basit bir gereçten aldığı hazzın hatırası, hala özlemle yad edilecek kadar ihtişamlıdır.


Çocuklukta yaşadığımız hazların yüksek olmasının önemli bir gerekçesi de sorumluluklarımızın o dönemde az olması ve sorumluluklarımızdaki hatalarımızın yetişkinlerce kısmen tolere edilebiliyor olmasındandır. Çocukken ve gençken cahilce hep büyüme arzusu taşıyan veya sorumluluk sahibi olmaya heves eden insanoğlu, büyüdükten sonra da sergüzeşt çocukluk ve gençlik yıllarını özlemle anmaya başlar. Hatırladığımız veya hatırlayamadığımız çocukluk tecrübelerinin hayatımızın ilerleyen dönemlerinde bizim karar ve aksiyonlarımızı fazlasıyla etkilediğinin altını kuvvetle çizelim. Böylece bu yazıyı telif etmekteki asıl sebebe geldik, çattık: Çocukluk yıllarımızın gelecekteki yaşantımıza olan mutlak tesirleri, ebeveynler için ağır bir sorumluluk ihtiva eder. Bilmem farkında mıyız?

Zihnimizin arka bahçesi çocukluğumuzdur. Tam da bu nedenle bu bahçenin bakımlı, estetik ve huzur verici olması hayati ehemmiyet taşır. Diğer yandan çocukluk deneyimlerimizin ruhumuz üzerindeki tesirleri yaşla ters orantılıdır; yani çocuğun yaşı ne kadar küçükse, tecrübe ettiği vakaların ruhu üzerindeki etkileri de bir o kadar güçlü oluyor. Bu da gayet doğal bir sonuçtur ki kolektif akıldan süzülen atasözlerimizde de buna vurgu yapılmıştır; “Ağaç yaşken eğilir”

Şimdi tam burada Nobel ödüllü ekonomist James Heckman’ın yaptığı araştırmaların sonuçlarına bir göz atmamız gerekiyor. Heckman bir çocuğa yapılan eğitim yatırımından en çok fayda sağlanılan dönemin okul öncesi yıllar olduğunu savunuyor. Düşük gelirli ailelerin 0-5 yaş arası çocuklarına verilen eğitimde, yapılan yatırımdan elde edilen karın, daha da yüksek olduğunun altını çiziyor. Hatta size komik gelebilir ama, Heckman çocuk eğitiminin 2 aylıkken başlaması gerektiğini de söylemiş. Daha bir ay önce, Fransa devleti okul öncesi eğitimine 3 yaşında başlatma zorunluluğu getirdi. Yani Heckman’ın tezleri hiç de yabana atılır cinsten değil.


Çocukluktaki hormonal yoğunluktan dolayı hazlar kadar korku, acı gibi ruhsal ve biyolojik haller de derinlemesine etkiye sahiptir. O yüzden birçok yiyecek çocuğa sert gelir, ve yine aynı sebeplerle yetişkinler, çocukluktaki lezzetleri yakalamak için daha keskin tatlara, daha egzantirik maceralara  meyyal olurlar.

Ebeveynlerin çocuk yetiştirmede, kimi zaman merhametten, kimi zaman cahillikten, kimi zaman da anne-baba olmaya ehil bir ruh haline sahip olmamaktan ciddi hatalar yaptıklarını/yapabileceklerini görüyoruz. Eskiden geniş ailede dedeler, nineler, amcalar, teyzeler bir şekilde çocuklara dokunur ve büyük oranda çocuğun düzgün bir eğitiminden geçmesine fırsat tanırlardı. Modern hayat ve şehirleşmenin tabii uzantısı olarak gelişen çekirdek ailelerde bu iş anne babaya kalmış durumda. Hatta çalışan anne oranının her geçen gün arttığını göz önüne alırsak çocuklarımızın eğitimi bakıcıların insafına kalmış vaziyette. Bu içler acısı tablonun uzun vadede ağır bedelleri olacak.


Şimdi buradan devletimizi uyarıyorum. Çocuklarımızın eğitimini lütfen çok ciddi bir şekilde ele alın. Profesyonel bir eğitmen kadrosuyla okul öncesi eğitime el atın. Yoksa geleceğimiz heba olacak. Büyük devlet, yol gösterici bir millet olmaktan dem vurmak için en temelden bebeklikten/çocukluktan itibaren nesilleri yetiştirmek gerek. Çocuklarımızın kültürel, manevi genlerine doğru zamanda doğru müdahaleleri yapmazsak ileride ne kadar çırpınsak beyhude. Sadece ahlak, kültür değil birtakım beceri ve kabiliyetlerin de erken çocukluk döneminde keşfedilip beslenmesi büyük önem arz ediyor.

Kent nüfusu kırsal nüfusundan fazla olan bir ülkede, okul öncesi eğitimi ihmal etmiş bir devletin eğitim politikaları baştan yanlıştır. Şu anda olan da budur.


-----------------------------------------
 Sitede yayınlanan yazılardan haberdar olmak için lütfen abone olunuz.


Free counters!

Yorumlar

  1. Biz çocuklarımızı iyi yetiştirsin diye zorlansak bile eşlerimizi çalıştırmamayı tercih edip çocukların maddi ve manevi açıdan sağlıklı bir şekilde gelişmelerini sağlamaya çalışırken ve söylem olarak bunu destekleyen yöneticilerin icraat olarak tam aksi bir şekilde hep çalışan annelere destek vermesine ne diyorsunuz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Annenin çalışmaması çocuklar için elbette büyük şans ve ebeveyn için fedakarlık içeren bir tutum. Ama bir şekilde çalışmak isteyen/çalışmak zorunda kalan annelere destek verilmesi de şart. Bunu anneleri çalışmaya özendirmek yerine, annesiz büyüyen çocuklara şefkat içerikli bir tedbir olarak görüyorum.

      Sil

Yorum Gönder

Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.