(6) Ümmet-i Muhammed'i...
Batı, Kuzey
Irak’taki kürtler için uzun zamandır alt yapı çalışması yapıyordu. Bir dönem
kendileri için çalışmış, sonradan hedef tahtasına konmuş Saddam bahanesiyle,
Kuzey Irak’ta Çekiç Güç adı altında asker ve ajan konuşlandırmıştı. Bölgeye
komşu diğer iki ülke İran ve Suriye Batı’nın cenahında yer almadığından Çekiç
Güç’ün lojistik desteği, bölgede kalan tek sınır ülkesi Türkiye üzerinden
sağlanıyordu. Çekiç Güç’ün ne yaptığını aslında herkes biliyordu. Bu yüzden
muhalefet partileri Çekiç Güç’e verip veriştiriyorlar, gün olup devran dönünce
ve kendileri iktidara oturduklarında Çekiç Güç’e onlar da cevaz veriyorlardı.
Bu sefer de, zamanında Çekiç Güç’e onay veren selef iktidar üyeleri Çekiç
Güç’ün aleyhinde vaveyla koparıyorlardı. Sadece bu konudaki tavrımız dahi,
bağımsız bir ülke olmadığımızın en büyük delilidir. İşte o Çekiç Güç, bugün
Kuzey Irak’ta kurulan özerk Kürdistan Devleti için fazlasıyla saha çalışması
yapmış, semeresini de nihayet almıştı.
Bir hususun
altını özellikle çizmem gerekiyor. Her milletin self-determinasyon hakkı
vardır. Yani kürtler ayrı bir devlet kurmak istiyorlarsa, bu onların hakkıdır.
Bizim itirazımız, kurulacak devletin nasıl ve hangi esaslar üzerine
kurulacağıyla ilgilidir. Bugünkü şartlar altında kurulması planlanan kürt
devlet(ler)inin hem kürtleri, hem bölgedeki diğer milletleri ciddi manada
hırpalayacağı, zaten bölgede pek olmayan huzurun dibine dinamit koyacağını
görmemek için enayi olmak gerekiyor.
PKK’nın güçlenmesinden tedirgin olan devletimiz, ikinci bir yanlış imza atarak bölgede PKK’yı dengelemek adına Hizbullah adlı bir örgüt daha kurdu. PKK ile manevi uyum problemi yaşayan dindar kürtlerin destek verdiği Hizbullah hareketi de bir süre sonra kontrolden çıkarak devletin başına dert oldu. PKK yurt dışından organize edildiğinden devletin müdahalesi kısıtlı kalıyordu. Ama Hizbullah islami kimliğinden dolayı batılı aktörler nezdinde rağbet bulmamıştı. Devlet mevzuya hakimdi ve bir dizi operasyonla artık kontrol edilemez hale gelen Hizbullah’ı kolaylıkla çökertti. Bugün bölgede hala Hizbullah artığı bir grup insan sivil platformlarda kendi doktrinlerince mücadele veriyorlar. Zamanında çok çatışma yaşamaktan, kullanılmış olmaktan, eli silah tutmaktan ve ideolojilerine olan güçlü bağlılıklarından dolayı sayıca belki az, ama kendi kimliklerini muhafaza edecek kadar güçlü bir yapı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. PKK mensuplarının Hizbullah üyelerinden, askere/polise göre daha çok çekindikleri bir gerçek. Devletin hala bu yapıya alan tanıdığını biliyoruz. Ayrıca gözü kara insanlar. Ama devletten yedikleri kazıklardan dolayı mesafeli durmayı beceriyorlar. Kürt kimliğine sahip çıkıyorlar, ama kürtçü değiller, PKK’ya da mesafeliler. Bu halleriyle, kürt sosyolojisine fazla sirayet edemeyen, içine kapalı, muhkem bir yapı arzediyorlar.
17 Ocak 2000 tarihinde bir operasyon sonucu öldürülen Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu. |
1 Mart 2003'te gerçekleşen tezkere oylaması |
Önemli
maddelerden biri de, bölge halkıyla amerikan askerleri arasındaki muhtemel
anlaşmazlıklara amerikan mahkemelerinin bakması şartıydı. Yani ABD, bölgede
cirit atan ajanlarının ekeceği fitne tohumlarına karşı sivil bir müdahale veya
direniş olursa, buna sebebiyet verecek kürtlerin kellesini de istiyordu.
Aslında bölge fiili olarak ABD’ye teslim edilecekti. Sonrası malum. Neyse ki Ak
Parti vekilleri içerisinde Süleyman Gündüz, Bülent Arınç gibi aktif olarak
tezkereye rezerv koyan kişiler vardı ve birçok vekilin tezkere meselesinde
sağduyulu davranmalarına önayak oldular. O gün tezkere geçmedi ve böylece kürt
devletiyle alakalı hesapların metrajı uzamış oldu.
PKK’nın
gelişmesi ve sahada karşılık bulması Türkiye için giderek artan can sıkıcı bir
gündem haline gelmişti. O güne değin kürtlerin ahvalini anlamayı bir kenara
koyun, dertlerini dinlemeye dahi mecali olmayan devletimizin ve milletimizin
önüne devasa bir “Kürt Meselesi” düşmüştü. Kürtler bu yönüyle gayet
haklıydılar. Filistin’de, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Bosna’da zulme uğrayan
müslümanlar için dertlenen, maşeri tepki koyan türkler, yanıbaşlarındaki
kürtlerin sıkıntılarına kayıtsız kalmışlardı. Özellikle de muhafazakar
türklerin bu konudaki günahı büyüktür. Sünni müslümanların oldum olası devleti
karşılarına almaktan imtina eden bir muhalefet tarzı vardır. Buna bir de hodbin
milliyetçi refleks eklenince, devletin baskıcı politikaları altında inim inim
inleyen kürtlere sahip çıkma zarafetini gösteremediler. Bu yüzden PKK’nın
zuhuru, pek çok kürt için zulme karşı anlamlı bir haykırış olarak algılandı ve
sahiplenildi. PKK ideolojisiyle kürt milletinin kültürel dokusu arasında
bulunan imtizaç problemi, belki bazı kürtlerin PKK’ya mesafeli durmasına neden
oldu. Ama sonuçta kürt halkının çoğunda PKK’nın bir karşılığı var.
Devlet
giderek büyüyen kürt meselesine bir hal çaresi bakmanın derdine düşmüştü. Bu
arada Erdoğan da halk nazarındaki itibarını artırmış, Demokles’in Kılıcı gibi
kendisini sürekli tehdit eden seküler yapılanmaları birer birer zayıflatıp
inisiyatif alanını genişletmişti. İşte bu ortamda PKK ile masaya oturularak
sulh arayışına gidildi. Beşir Atalay, Ahmet Davutoğlu ve Hakan Fidan’ın
telkinleriyle Barış Süreci altında bir anlaşma yapıldı. İnsani yönüyle
baktığımızda böyle bir anlaşmaya gerek vardı elbette. Ama zamanlaması berbattı.
PKK’ya yönelik kapsamlı operasyonlar yapılmış ve bir önceki yılda örgüt ciddi
manada hırpalanmıştı. Daha da önemlisi Suriye’de PKK için tarihi bir fırsat
doğmuştu. Suriye’ye teksif olmak isteyen PKK anlaşmayı güle oynaya kabul
etmişti. Anlaşma gereği PKK’nın silah bırakması gerekiyordu. Bunun karşılığında
da devlet ülke içindeki operasyonları durduracak ve PKK sivil siyasette hak arama
yoluna gidecekti.
HDP lideri Selahattin Demirtaş |
PKK’nın
sivil siyaset ayağı olarak hareket eden HDP, biraz önü açılarak, biraz da
medyada parlatılarak siyaset arenasında prestijli bir düzleme çekildi.
Böylelikle %10 barajını aşacak ve Meclis’e girme şansı yakalayacaktı. Nitekim
sadece kürtlerden değil, kürt meselesinin sulh ve siyaset üzerinden çözülmesi
gerektiğine inanan birçok kişiden de oy alarak Meclis’e girdiler. Seçim sonrası
HDP lideri Selahattin Demirtaş “Bize emanet olarak verilen oyların farkındayız”
türünden bir açıklama yaparak siyaseten doğru bir duruş sergilemişti. Ama
Kandil’den hemen ses geldi: “Oyların tamamı bizimdir.” PKK’nın dağ
kadrolarından gelen bu açıklamaya HDP’den bir tepki gelmedi, gelemedi. HDP’nin
PKK’nın emrinde olduğu ayan beyan ortadaydı. Dağ kadrosu siyasi arenada yıldızı
parlayan HDP’li aktörlerin rol çalmalarını kabullenememiş, “Biz buradayız, siz
figüransınız” demeye getirmişti. HDP’nin karizması fena çizilmişti. Bu güdük
haliyle HDP’nin marijinal bir parti olmaktan öteye gidemeyeceği de ortadaydı. Mızrağın
çuvala sığmadığını hem HDP kurmayları, hem devlet, hem de sokaktaki vatandaş
fark etmişti.
PKK’nın üst
kadrosu da kendine göre haklıydı. 30-40 yıldır dağlarda köşe bucak saklanarak,
her an ölümün soğuk nefesini enselerinde hissederek bir hareket yürütmüşlerdi.
Doğal olarak yönetim ve inisiyatifi salon siyasetçilerine bırakmak nefislerine
ağır geliyordu. Silah bırakmak şöyle dursun, iyiden iyiye özgüvenleri kendine
gelmişti. Tam hareketin meyvelerini toplama zamanı gelmişken kenara itilmeyi
kendilerine yedirememişlerdi. Oysa HDP siyasetçileri birtakım toplumsal
gerçekleri iyi analiz ederek aklı başında kararlar almışlar, kenardan merkeze
kaymakla ilgili rasyonel bir çizgi tutturmuşlardı. Barış Süreci boyunca Doğu ve
Güneydoğu’daki şehirlerde bağımsızlık, özerklikle ilgili altyapı çalışmaları
başlamış, olası bir müdahaleye karşı şehir örgütlenmeleri teyakkuza
geçirilmişti. Proje çökmüştü. Yani ne silahlar bırakılmış, ne sivil kürt
siyaseti silahların gölgesinden azad olmuştu. Bilakis Barış Süreci PKK’nın
gücüne güç katmıştı.
Barış Süreci
başladıktan kısa bir süre sonra, yüksek rütbeli bir bürokrattan Erdoğan’ın
sürecin bir sonuç getireceğine dair umudu olmadığını öğrenmiştim. Erdoğan güçlü
siyasi sezgileriyle hem PKK’nın tıynetini, hem uluslararası denklemdeki
karşılığını az çok hissedebiliyordu. Üstelik yıllardır devletin tepesinde
olmaktan çok fazla bilgiye mülaki olmuş, sosyolojik okumalarındaki yüksek
ferasetini global sarmalin dinamikleriyle mezcederek kendisini oldukça
geliştirmişti. Yine de sulha bir şans vererek işi tatlıya bağlamak istemişti.
Erdoğan
baktı ki PKK tilkilik yapıyor, Barış Süreci’ni rafa kaldırdı ve devletin demir
yumruğunu masaya vurdu. Kürt siyasetindeki bu dramatik değişim, devletin daha
önceki sert müdahalelerine nazaran bu kez kamuoyu vicdanında daha çok karşılık
bulacaktı. Kürtlerin bile bir kısmı bu sefer psikolojik olarak devleti haklı
buluyordu. PKK’nın bölgede yaptığı tüm propagandalara rağmen kürt halkında da
az çok bir kanaat oluşmuştu. Erdoğan daha dün “Bir daha asla Barış Süreci olmayacak
derken” süreç esnasında fazla ileri gittiklerini anlayan ve tekrardan masaya
oturmak için birkaç kez teşebbüste bulunan HDP ve PKK kurmaylarına gerekli
mesajı veriyordu (17 Aralık 2018). Kürtler ses duvarını aştıysa, pekala türkler
de aşabilirdi ve işler biraz o raddeye gelmiş görünüyor. Ancak Barış Süreci
esnasında her iki taraf adına menfi ve müspet anlamda pek çok siyasi ve
sosyolojik değişim yaşandı.
Yazının devamı için lütfen tıklayınız.
Önceki bölüme dönmek için tıklayınız.
-------------------------------------------
İlginizi çekebilecek diğer yazılar:
Sitede yayınlanan yazılardan haberdar olmak için lütfen abone olunuz.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.