Çin Malı Bir “Çin Kalkınma Modeli” (2)

Son dönemde Çin benzeri kalkınma modeline yoğun eleştiri gelince ekonomi bakanı Nurettin Nebati’den dün bunu tekzip eden bir açıklama geldi. Modelin tamamen Türkiye’nin gerçeklerine uygun, özgün bir model olduğunu ifade etti. Çevir kazı yanmasın.


Yüksek enflasyonla kalkınma ülkemizde ilk defa denenen bir model değil. Özal döneminde de benzer bir yöntemle kalkınma hedeflenmişti. Ama orada akıllara zarar düşük enflasyon iddiası yoktu veya enflasyon rakamları gizlenerek halk kandırılmıyordu. Oysaki Erdoğan düşük faizle düşük enflasyon yakalamayı hedeflediğini üstüne basa basa vurguluyor.


Çin, kalkınma hamlesinde elindeki en önemli sermaye olan ucuz işgücünü esas almıştı. İlaveten doğal kaynaklarda sübvansiyon uygulayarak üretimin en önemli üç girdisinden (işgücü, hammadde, enerji) ikisinde yüksek rekabet gücüne ulaşarak kısa sürede dünya üretim ve ticaret piyasasını domine etti. Türkiye’nin de yükselen kurla birlikte ucuz işgücü gibi bir avantajı oluştu (Bunun diğer anlamı da halkın fakirleşmesi tabi). Hammadde sübvansiyonu yapamasa da, enerjiyi ucuz satın alamasa da Çin’in o dönemine nazaran daha kaliteli mal üretme kapasitesi ve lojistik avantajlarıyla piyasada kendisine yer açtı ve üretim ve ihracatta bir ivme yakaladı. Ama ilk bölümde de altını çizdiğim gibi buralara planlı değil karga tulumba gelindiği için sanayide çok problem de oluştu. İstihdam ve ara madde ihtiyacı zamanında sağlanamadığından, sanayicilerin aksamalar ve verim düşüklüğü gibi problemlere duçar olduğunu görüyoruz.


Önümüzde önemli bir sorun var. Bu ucuz işgücü ne kadar sürdürülebilir? Asgari ücrete zam yaparsan elindeki tek kozu, yani ucuz işgücünü de kaybedersin. Yapmazsan iktidarı kaybedersin.

Türkiye ile Çin arasındaki siyasal, sosyolojik, teknolojik ve demografik farklar sizi kurduğunuz hayalden kısa sürede uyandıracak cinsten. İhracatta yakalanan ivmeyi ve büyüyen üretim hacmini Çin gibi zamanla katma değeri yüksek ürünlere çevirmemiz lazım ki bu ekonomik program bir işe yarasın. Yoksa döner dolaşır aynı yere geliriz. Yüksek kalitede ürüne sıçrama yapmak öyle hemen de olabilecek bir şey değil. Diğer bütün şartları taşısanız da en az 10-15 yıl gibi bir zamana ihtiyacınız var.

Şimdi Çin’den mülhem bir hayalle umut bağlanan bu ekonomik modelin kısıtları ve fırsatlarına bir bakalım.


Siyasal fark: Çin komünist ve tek partili bir rejimle yönetiliyor. Bu da şu demek; ekonomiyle ilgili karar alan grubun iktidarda kalabilmek gibi bir derdi yok. Ekonomik kararların halkı ezmesi durumunda halkın bırakın hükümeti devirmeyi, itiraz etme hakkı bile bulunmuyor. Ama Türkiye öyle mi? Ekonomik sıkıntı en güçlü iktidarları bile ilk seçimde sandığa gömer, hatta abartırsanız seçimi bile beklemeden halk sokağa dökülebilir. Yani Erdoğan bu ekonomik kararlarla ilgili bir hesaba çekilecek. Hem de en geç 1,5 yıl sonra. Belki uzun vadede pozitif sonuçları olacak bu modelin 1,5 sene gibi kısa bir süreçte geri dönüşüm alması neredeyse imkansız. Yani reel politiğin kitabını yazmış olan Erdoğan bu sefer reel politiğin aksine bir yürüyüş gerçekleştiriyor ve bu cendereden çıkması bir hayli zor.


Ekonomik fark: Çin bu modele kalkıştığında, vatandaşının kahir ekseriyesi pirinç lapasına talim eden, açlıktan ağzı kokan bir kitleydi. Ucuz işgücü zaten elinde de fakto mevcuttu. Kimse attan inip eşeğe binmemişti. Türk vatandaşları ise kişi başına milli gelirde o dönemlerdeki Çin’in çok üstünde bir ekonomik alım gücüne sahip.


Şimdi Erdoğan orta ve alt gelir grubunu fakirleştirerek ucuz işgücü elde etmeyi planlıyor. Bunun belirli konfor standardına ulaşmış ve bu standarda alışmış insanlar arasında ne kadar can sıkıcı bir hal olduğunu hepiniz zaten bizatihi yaşayarak tecrübe ediyorsunuz. Kaldı ki her yerde mantar gibi açılan üniversiteler yüzünden, çalışacak mavi yakalı veya ara eleman sayısı gittikçe azalıyor. Çocuklar da kendilerine göre haklı. O kadar masrafa girmişler, dört sene vakit harcamışlar, sonunda gidip işçi tulumu giymeye yanaşmazlar elbette. Filhakika yerden bitme ve akademik kadroları çok zayıf olan bu üniversitelerde, akademik eğitim alma potansiyeline sahip olmayan gençler eğitim görüyor ve yeterince mesleki donanıma sahip olmadan diploma alıyorlar. İşverenler de enayi değil, bu vasıfsız diplomalı gençleri istihdam etmek istemiyorlar. Bu paradokstan kronik işsizlik peyda olur tabi ki.


Burada denkleme sayıları 7-8 milyonu bulan Suriye ağırlıklı göçmen kitle giriyor. Belki de Erdoğan ve kurmayları ucuz işgücü olarak bu kitleye güveniyor. Mültecilerin zorda kalmışlığını istismar etmek ne kadar ahlaki orası tartışılır. Asgari ücretin altında bir ücretle ve sosyal güvencelerden mahrum çalıştırılan bu insanlarla nasıl helalleşiriz bilemem. Ama bu kitlenin istihdamı hedefleniyorsa Türk vatandaşlarının işsizlik oranı fazla düşmez. Yani yüksek kur, yüksek ihracat, yüksek istihdam formülünün son halkası çok da işlemeyecek gibi duruyor.


Teknolojik Fark: Çin bu modeli hayata geçirdiğinde her ne kadar demir perde ülkesi olsa da güçlü bir teknolojik alt yapısı vardıi. Uzaya uydu yollayabilen, savaş uçağı, savaş gemisi, tank, hava savunma sistemi üretebilen bir ülkeden bahsediyoruz. Bilim adamları ve üniversiteleri de Türkiye’ye nazaran çok daha güçlü donanıma sahipti. Yani teknoloji ve katma değerli ürün sıçramasını yapabilecek potansiyeli bulunuyordu.


Demografik Fark: Bir marka ve bunu besleyen fabrikasyona dayalı katma değerli üretim hedefliyorsanız, çarkı döndürmek için satış yapacak pazar da bulmanız gerekiyor. Yoksa ürünler elinizde kalır. Örneğin Türkiye yerli otomobil hamlesinde en büyük tedirginliği otomobili üretmekte değil, üretilen otomobillerin piyasada rekabet yeteneği bulamamasında yaşıyordu. Uygun fiyat için seri üretim, seri üretimin devamlılığı için de güçlü satış gerekiyor. Çin 1,5 milyar nüfusuyla bizatihi kendisi devasa bir pazar. Yani yeni bir markayla piyasaya girdiğinde sadece iç pazara mal sunarak ayakta kalabilir ve tekerlek dönmeye başladıktan sonra yurt dışına rekabetçi fiyatlarla mal satabilir. Nitekim bunu becerdiler. Türkiye belki bazı ürünlerde bunu başarabilir, ancak yine de zor bir süreç olduğunu görebiliyoruz.


Bütün bunlara rağmen Türkiye bu durumdan bazı kazanımlarla çıkabilir. Bir kere insanımızın uyum kabiliyeti ve fırsatçı karakteri hiç fena değil. Ayrıca ülkemizin lojistik avantajları da mevcut.

“Milli Ekonomik Model’in en büyük zaafı plansız olması. Koca ülke, kerameti kendinden menkul bir ekonomistin Erdoğan’ın kafasının arkasındaki “faiz nefreti”ni gıdıklayarak tavlaması, ekonomi paradigmalarını alt üst edecek iddialarla piyasaya sürülmesi ve aslında model falan olmayıp sonradan model süsü verilen deli saçması uygulamalarla bir muammanın içine sürükleniyor.


Rahmetli Kadir Mısıroğlu “Ben Tayyip’in aklına değil, bahtına güveniyorum” derdi. Sahiden de Erdoğan’ın bahtı çok açıktı. Ama bence bu baht tam tersine akıllı (reel politik) kabiliyetlerinden kaynaklanıyordu. Erdoğan da insan ve kimi zaman duyguları aklına galebe çalıyor. Nasıl Davutoğlu neo-Osmanlı fantazileriyle aklını kör ettiyse, Yiğit Bulut da faiz üzerinden akıl tutulması yaşatıyor. Davutoğlu Erdoğan’ın ayağını kaydırmaya çalışmasa o rüyadan da zor uyanırdı. Fakat “Jöleli Büyücü” o hatayı yapmıyor. Burada kabahat Erdoğan’dan çok Berat Albayrak’ın. Erdoğan ekonomiden anlamaz ve bu salvoları yer, ama sen nasıl yersin bu numaraları?


“Erdoğan giderse batarız”, “Erdoğan giderse Müslümanlar zulüm görür”, “Erdoğan giderse bağımsızlığımız gider”, “Erdoğan giderse dünya mazlumlarının hali nice olur?” retorikleri artık beni kesmiyor.


Erdoğan döneminde haksız rekabet, hırsızlık, nepotizm, liyakatsizlik, dalkavukluk vardı ve biz bunları görmüyor değildik. Bunların hepsinin diğer partilerden daha az oranda olduğunu da görüyorduk. Sıkıntımız Erdoğan’ın alternatiflerinin çok daha beter durumda olmasıydı. Ama o fark bir hayli azaldı. Başkasını bilmem, ama benim istiap haddim doldu. Erdoğan’a artık oy vermem. Bu kadarını midem kaldırmıyor. Tayyip abimiz, Reis’imizdin. Şimdi “sayın cumhurbaşkanımız” oldun, bizim değil belirli bir zümrenin temsilcisi gibi davranıyorsun. “Sen de artık herkes gibisin” sayın cumhurbaşkanım. Ben de "ALDATILDIM" ey dostlar, bilesiniz.


Boş oy atmanın da bir anlamı var. Kokuşmuş siyaset müessesesine “hiçbirinizi beğenmiyorum” mesajı verirsiniz. Bu şekilde tavır alan insan oranı ne kadar çok olursa, siyasi arenada namuslu ve kaliteli bir harekete ihtiyaç duyulduğu o nispette farkedilir.


Biz 12 Eylül öncesini, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı göğüsledik, yine göğüsleriz. O zaman da paramız, makamımız yoktu, şimdi de yok. Erdoğan giderse, oğlu bir zamanlar sarıklı cüppeli gezen, şimdilerde kumar salonlarında sabahlayanlar düşünsün. Normal zamanda iş bulmakta güçlük yaşayacak kadar kalifiyesiz olup, şimdilerde işgal ettiği koltuklardan aldığı güçle kasıla kasıla gezinen kifayetsiz kitle düşünsün. “Peki din, ülke, mazlumlar ne olacak?" Dinin sahibi Allah, siz hiç merak etmeyin. Ülke ve mazlumlara gelince. Biz hem iktidar hem vatandaş olarak zilleti hak ediyorsak, zillet içinde yaşarız. Bunun çözümü ölümü görüp sıtmaya razı olmak değil. Belki de en güzel yol namusumuzla ölmek.


Yorumlar