Suriye Dosyası (8): Caddelerden yeraltına bir devrim


Mayıs ayı başından itibaren protestolar çoğalmış, ülkede tansiyon had safhaya yükselmişti. Protestolarda yakıp yıkma, kırıp dökmeler, arbedeler olmuş, ama göstericiler henüz silahlı bir kalkışmaya yeltenmemişti. Askerlerin protestoculara müdahaleleri esnasında tek tük ölen askerler oluyordu. Ama bu kadar büyük kargaşa için bunlar normal sayılabilirdi.

Evlere baskınlar düzenlenip binlerce insan tutuklanmıştı. Aralarında önde gelen aktivistler ve çok sayıda üniversite öğrencisi vardı. İsyan ateşini yakan Dar’a bir şekilde kontrol altına alınmıştı. Ancak muhaliflerin ilk silahlı kalkışması Humus’ta gerçekleşti. Bir kontrol noktasına düzenlenen saldırıda 5 rejim askeri öldürüldü. Humus ordu birliklerince kuşatıldı. Operasyonlar düzenlendi.

Ama muhalifler pes etmiyordu. Humus’ta bazı mahalleler muhaliflerin eline geçti. İsyanın somut bir direnişe dönüşümü Humus’ta gerçekleştiği için Humus, o vakitten sonra “Devrimin Başkenti” olarak anılmaya başlanmıştır.


Devrimin Humus’ta başlaması çok da tesadüfe bağlanamaz. İlk bölümde bahsettiğimiz sosyolojik ihtilaflar için Humus potansiyeli en yüksek şehirdi. Şehrin yarısı sünni, kalan yarısı da nusayri ve hristiyanlardan müteşekkildi. Gösterilerin başlamasından sonra hristiyanlar tarafsız kalmışsa da özellikle sünni ve nusayri mahalleler arasında çatışmalar olmuştu.

Nusayri egemenliğindeki Baas diktasında, Humus gibi kozmopolit şehirlerde yapılan zulümler, daha çok mezhepçi  takıntıları tetiklemişti. Bu yüzden, ortaya çıkan ilk fırsatta, geçmişteki tansiyon birikimi en hızlı Humus’ta alev almıştı.

Bu arada ordu içindeki kıpırdanmalar giderek artıyordu. Bazı askerler sivillere yönelik verilen “ateş” emrine uymadıkları için infaz edilmişti. Kimi yerde de askerler ateş emri veren subayı infaz etmişti. Humus’ta görevli bir asker şöyle anlatıyordu: “Protestocular gösteri yaparken biz kenardan izliyorduk. Birden komutan kalabalığa ateş etmemizi söyledi. Oradaki insanlar bizim ailemiz, vatandaşlarımızdı. Hızlı bir karar vermem gerekiyordu. Ya kendimden olan insanları katledecektim, ya emre itaatsizlikten beni katledeceklerdi. Birden döndüm ve komutanı taramaya başladım. Ortalık karışmıştı. Fırsattan istifade ederek kaçtım ve silahlı direnişe katıldım.”

Yedi yıldır süregelen Suriye iç savaşında hemen herkes çok ağır tercihlere zorlandı ve imtihanlara maruz kaldı. Bu, alacağın evi tercih etmenin, evleneceğin insanı belirlemenin, gidilecek üniversite seçiminin çok daha ötesinde bir imtihandı; insanlar direnmek/ölmek, itaat etmek/öldürmek arasında  bir seçime zorlanıyordu. Allah kimseyi böylesine ağır bedelleri olan şartlarla sınamasın. Asayiş berkemalken yapacağımız yorumlar ve eleştirilerin kurşun yağmuru altında nereye evrileceğini asla bilemeyiz.

Rejim büyük şehirlerde işi sıkı tutuyordu. Ama protestolar artık büyük ilçe ve kasabalarda da baş göstermeye başlamıştı. Ordu nereye yetişeceğini bilemiyordu. Üstelik her gün ordu içinden asker ve subayların direnişçilerin safına geçtiği haberleri yayılıyordu. Rejim sıkıştıkça vuruyor, vurdukça direniş büyüyor, direniş büyüdükçe Rejim can havliyle daha da sert vuruyordu. Ölümü göze alıp direnen insanların sayısı her geçen gün artıyordu. Bu işler böyledir; uzaktayken ürkütücü gelen ölüm, etrafında çokça insan öldüğünde eskisi kadar korkutmaz olur insanı.

Ordudan kaçan subayların sayısı arttıkça işin silahlı direniş safhasına geçmesi daha kolay oluyordu. Artık generallerden bile saf değiştirenler vardı. Bir süre sonra bu subaylar organize oldular ve 29 Temmuz 2011’de Özgür Suriye Ordusu’nu kurduklarını ilan ettiler. 23 Ağustos’ta da ÖSO’nun siyasi temsilcisi olarak Suriye Ulusal Komitesi teşkil edildi.

Muhalif komutanlar ÖSO'nun kuruluşunu ilan ederken.

Hazır yeri gelmişken Rejim’den muhalifler kanadına geçişin kısa bir serencamını verelim. Ordudan ayrılmak sanıldığı gibi tası tarağı toplayıp, arabaya atlayıp diğer tarafa geçelim demekle olmuyordu. İlk anlarda geçişler kolay olsa da işin ciddiyetini kavrayan rejim bir dizi tedbirler almıştı. Özellikle yüksek rütbeli subayların hepsinin peşine hafiyeler takılmıştı. Dahası subay ve generallerin evleri, aileleri Muhaberat ajanlarınca göz hapsine tabi tutuluyordu. Sadece kendiniz kaçabilecek olsanız bile, ailenizin başına neler gelebileceğini düşünüp vazgeçebilirdiniz.

Ordudan kaçan bir subayın kendisini ve ailesini kaçırabilmek için nasıl planlar yaptığını okumuştum. Bu subay başarmıştı. Saf değiştirmeye teşebbüs edip başaramayan subaylar infaz edildi. Bazıları kendisi kaçıp, ailesini kurtaramadı, ailesi katledildi. Nusayri kökenli subaylardan da az sayıda saf değiştiren oldu. Bir kısmı da saf değiştirmedi, ama savaşın dehşetinden kaçmak için ülkeyi terk etti.

Erler arasında da saf değiştiren çok kişi oldu. Bunların bir kısmı kaçamadan yakalanıp infaz edildi. Ama saf değiştirişlerin en gösterişlisi, subayların toplantı odasını basıp onlarca subayı tarayarak öldüren ve ardından bir şekilde kaçmayı da başaran rütbesiz bir ere aitti. İsmi açıklanmayan bu er ÖSO saflarında imparator gibi karşılanmıştı.

Saf değiştirmelerin ilk dönemlerde moral etkisi çok büyük olmuştu. Hem askerliği, hem Rejim ordusunun iç yapısını bilen bu subaylar direnişe ciddi bir özgüven kazandırmışlardı. Ayrıca silah temini ve tecrübesiz sivil direnişçilerin eğitimi için kıymetli adamlardı. Rejim tarafında eksilen yetişmiş adam ve bozulan moraller de cabasıydı. Yavaş yavaş başlayan saf değiştirmeler bir süre sonra hızlanacak rejim safları organize gruplar halinde terkedilecek, sonra yavaşlayacak ve nihayet taşlar yerine oturduktan sonra (yaklaşık 3 yıl) tamamen sona erecektir.

Bu arada Türkiye direnişin kontrolden çıkmak üzere olduğunu fark ederek Rejim üzerindeki baskısını arttırmıştı. Davutoğlu’nun ve kurmaylarının bir ayağı sürekli Suriye’deydi. Türkiye giderek Rejim veya halk arasında bir tercihe zorlanıyordu. Gerek Ak Parti iktidarının, gerekse Davutoğlu’nun ideolojisi nihai kertede muhaliflerin yanında olmayı gerektiriyordu. Nitekim sonuç öyle oldu. Önceleri bir partner gibi dostça tavsiyeler şeklinde başlayan görüşmeler, sonlara doğru Türkiye’yi muhaliflerin sözcüsü niteliğinde hak arayan ve Rejim’e birtakım istekler empoze eden ülke pozisyonuna sokmaya başlamıştı.

Suriye’de İran’ın nüfuzu, son yıllarda esen Türkiye rüzgarına rağmen hala ağırlığını koruyordu. Gelişmeleri dikkatle izleyen İran, açıktan ses çıkarmasa da alttan hazırlıklarını yapmıştı. Beşşar’a kalsa Türkiye’nin sözünü tutacak ve ülkede reformları hızlandıracaktı. Davutoğlu naif Esad’ı ikna etmekte zorlanmıyordu. Ancak Baas baronları ve bilhassa İran etkisi kırılma noktalarında galebe çalıyordu.

Nihayet Davutoğlu oturmuş, elindeki reform paketini saatlerce süren görüşmede Beşşar’a kabul ettirmişti. Davutoğlu keyif içinde Türkiye’ye dönerken olacaklardan habersizdi. İran Baas’a olacak senaryolar konusunda telkinlerde bulunmuş, reformların sonucunda gelişecek siyasi iklimde Baas’ın iktidarda kalamayacağına kendilerini ikna etmişti. Haksız da değillerdi. Reform, hürriyet ve daha fazla demokrasi durumunda Baas’ın iktidarda kalma şansı yoktu. İktidar olup muktedir olamayan Beşşar’a alınan karara uymaktan başka çare kalmamıştı. Akşam haberlerinde Reform Paketi’nin açıklanacağını sanan Davutoğlu, “Muhaliflerin ne şekilde olursa olsun bastırılacağını” içeren hükümet manifestosuyla hayal kırıklığına uğrayacaktı.


Aslında o gün ipler tamamen kopmuş saflar belirlenmişti. Davutoğlu ikna için tekrar yollara düştü. Suriyeli yetkililer Davutoğlu’nu mahkeme duvarı gibi suratlarla karşılamışlardı. Sonuç belliydi. Davutoğlu o zamana kadar her oturduğunda hizaya getirdiği Beşşar’ı yine ikna edeceğini düşünerek tam 6 saat müzakere etti. Artık konuştuğu Beşşar değil, derin Baas veya derin Acem aklıydı. Hiçbir sonuç alamayan Davutoğlu Türkiye’ye eli boş dönecek ve bu görüşme iki devlet arasındaki son görüşme olarak tarihe geçecekti (Ağustos 2011).

Suriye’de muhalif hareketin yükselmesi Türkiye için ilk başlarda iyi bir gelişmeydi. Rejim yumuşarsa zaten istenilen kıvama gelmiş olacaktı. Baas demokratik reformlardan sonra fazla tutunamazdı ve Suriye halkının özgür iradesiyle gelecek yönetimler Türkiye’yle fazlasıyla uyumlu olacaktı.  Rejim değişime ve reformlara direndi. Diğer yandan muhalif hareketin güçlü kalkışması sağlam bir potansiyel arz ediyordu. Türkiye’nin bir savaş vuku bulacaksa bu savaşı bir şekilde kazanacağına dair özgüveni hayli artmış ses tonu değişmişti. Türkiye hem Rejim’i hem muhalifleri ikna edecek bir ara yol bulmak yerine Rejim’in üzerine gitti ve Rejim’i İran’ın kucağına itti. İran istediğini almıştı.

Burada ya İran’la ya da Rejim’le sağlıklı bir orta yol bulunabilse olaylar bu raddeye gelmeyebilirdi. Türkiye, Davutoğlu’nun ihtiraslarını dizginleyememesinden dolayı agresifleşti ve Esad’ı tamamen kaybetti. Davutoğlu yandaşları agresifleşen kişinin Erdoğan olduğunu söyleyip duruyorlar. Oysa biliyoruz ki Davutoğlu dışişlerine adım attığı ilk günden beri dış politikadaki tüm kararları Ahmet Hoca yönlendirmiştir. Ayrıca sizi Ahmet Hoca’nın bir röportajda zikrettiği bir cümleyle baş başa bırakıyorum: Beşar Esad'ı tanıyorum. Alan açtığınızda istismar ediyor, daralttığınızda taviz veriyor.Yorum sizin.

Esad, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'le.

İran da kendinden emindi. O da bir şekilde Suriye’deki kargaşadan galip ayrılacağını düşünüyordu. Bu arada sürekli baş ağırtan muhalif gruplar temizlenecek, dahası Suriye’de bir süredir hakim olan ve İran’ı bir hayli rahatsız eden Türk Baharı sona erecekti.

Muhaliflerin bir gözü de halkla sıcak temas kurmuş ve sevgisini kazanmış Esma Esad’daydı. Kocası üzerindeki etkisi biliniyordu. Esma’dan uzun süre ses çıkmadı. Artık olaylar zıvanadan çıktıktan yaklaşık bir yıl sonra verdiği ilk röportajda kocasının arkasında duracaktı. Filhakika, Esma’nın sözü Beşşar’a geçiyorsa da, Beşşar’ın gücü Baas’a yetmiyordu.

Sonraki bölümde Batı dünyasının Suriye’deki gelişmeler karşısındaki tavrı ve hesaplarını ele alacağız.

Suriye Dosyası (9) için lütfen tıklayınız

Suriye Dosyası (7) için lütfen tıklayınız



-----------------------------------------
 Sitede yayınlanan yazılardan haberdar olmak için lütfen abone olunuz.


Free counters!

Yorumlar