Suriye Dosyası (6): Türkiye Rüzgarı
Baas politbürosunun freninden sonra, Beşşar Esad ülke
genelinde yapmaya çalıştığı reformlardan vazgeçmiş, halka daha sathi özgürlük
alanı sunmakla iktifa etmiştir. Bu kadarcık nefes almak bile toplumdaki gazı
geçici olarak almaya yetmiştir. İç politikada asayiş berkemal denilebilecek
seviyededir.
Uluslararası ilişkilerde mecburi bir istikamet tutturulmuş,
ülke İran-Rusya ikilisinin güdümünde siyasi bir eksene oturtulmuştur. Rusya
daha çok makro politikalara müdahilken, İran iç politikada da kendini gösteren,
toplum mühendisliğine kalkışan, ülkenin kılcallarına kadar inmeye özen gösteren
hummalı bir yapılanmanın içerisindedir.
Suriye kurulduğu günden beri Türkiye’yle ilişkileri hep
mesafeli ve hasmane olagelmişti. Son dönemlerde Fırat üzerine yapılan
barajlardan dolayı Suriye’ye verilen suyun azalması korkusuyla, Suriye elindeki
kürt kartını masaya sürmüştü. PKK’nın en sağlam hamilerinden olan Suriye, bu
şekilde Türkiye’yi baskı altında tutuyordu.
Son 25 yılda daha sinsi bir plana geçilmiş, Suriye’de
dağınık halde bulunan kürt nüfusu sistemli bir şekilde Türkiye sınırına
kaydırılmıştı. Bu durum MİT’in de başından beri bildiği, yakından takip ettiği
bir gelişmeydi. Uzun vadede kurulması planlanan uydu kürt devletinin alt yapısı
oluşturuluyordu. Akıllara “Suriye’nin kendi toprak bütünlüğünü de tehdit
edebilecek bu operasyona neden kalkıştığı” sorusu gelebilir. Şöyle izah edelim.
Büyük devletlerin istihbarat elemanları
bir devlete istediği bir şey yaptıracağı zaman ona aynı şeyi yapmanın kendisi
için ne kadar isabetli olacağına dair kulisler üzerinden bilgi fısıldar.
Suriye rejimine de, kendi içerisinden olup ABD veya İsrail adına çalışan
birileri, Türkiye’yi sıkıştırmanın en mantıklı yolu olarak bunu telkin etmişve
ikna etmiş olabilirler pekala. Bu tür hamlelerin sayısız örneği vardır. Zamanı
gelince onlara da değineceğiz.
Türkiye’nin Apo’yu paketlemesinden sonra da, Suriye’de PKK
cirit atmayı sürdürmüştü. Bu yüzden ilişkiler hala soğuktu. Ancak Beşşar’ın
2000 yılında başkan olmasından üç yıl sonra, Türkiye’nin siyasi hayatında da
ciddi kırılmalar yaşandı. 2003 yılında iktidara gelen Ak Parti yeni yol
haritaları çizmeye başlayacaktı.
Ak Parti iktidarında önce başdanışman ve ardından da
dışişleri bakanı olarak görev yapacak olan Ahmet
Davutoğlu, türk dış politikasını savunmacı-durağan bir yapıdan aktif-oyuncu bir
kimliğe büründürmüştü. “Komşularla sıfır sorun” doktrini mucibince birçok
komşuya olduğu gibi Suriye’ye de zeytin dalı uzatılmıştı.
Türkiye’nin uzattığı el, Suriye şaşılacak derecede olumlu
karşılık bulmuştu. Bu durumu biraz analiz etmek gerekiyor. Özellikle ülkede
hatırı sayılır bir nüfuzu olan İran’a rağmen nasıl olmuştu da Suriye
Türkiye’yle bu kadar sıcak bir ilişkiye girmeyi kabul etmişti? Bence bunun en
önemli nedeni İran’ın molla rejimine,
Türkiye’nin seküler bir rejime sahibi olmasıdır. Suriye kendisini İsrail
tehdidine karşı koruyan İran’a müteşekkirdi ama bir taraftan da koyu İslamcı
bir devletin kolunda yürümekten de bir o kadar tedirgindi.
Sonuçta Baas’ı koruyan ve idame ettiren kurmayların
zihniyeti İslamcılık’tan bir hayli uzaktı. Suriye’deki yaşam formu büyük oranda
Türkiye’ye benziyordu. Olası bir rejim ihracında Türkiye İran’a göre çok daha
kabul edilebilir seviyedeydi. Ayrıca İran coğrafi olarak uzakken, Türkiye ile
devasa bir kara sınırı ve komşuluk söz konusuydu. İlişkilerin toparlanması
ticari olarak Suriye’ye ciddi bir ivme kazandıracaktı. Dahası Beşşar Esad’ın
kafasındaki ülke kesinlikle İran değildi, Batı demokrasilerinin benzer modeli
olarak Türkiye çok daha cazip görünüyordu.
Baas rejimi ve Esad bir yönelimde bulunarak Türkiye-Suriye
ilişkilerinde kapıları sonuna kadar açtı. Yoğun bir diplomasi trafiği
başlamıştı. Ticari, kültürel, siyasi anlaşmalar peş peşe geliyordu. İki ülke
arasındaki toplantılar gayet olumlu bir atmosferde gerçekleşiyordu. Karşılıklı
vizeler kalkmış, iki ülke arasında nüfus cüzdanıyla seyahat etme aşaması
konuşulur olmuştu.
Türkiye’yle ilişkilerin bu denli gelişmesi şüphesiz salt
Esad’ın kararıyla olmamıştı, ama bu gelişmeye en çok Beşşar-Esma çiftinin
sevindiğini söyleyebiliriz. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “kardeşim” dediği Beşşar
bu role fazlasıyla teşneydi. Erdoğan hem yaş itibariyle, hem güçlü karizmasıyla,
hem de yönettiği devletin Suriye’ye göre çok daha güçlü olması nedeniyle, bunu
üst perdeden söylüyordu. Buradaki “kardeşim” hitabı muadil kardeşlikten çok “küçük kardeş” içeriği taşıyordu. Beşşar
da rahatsız değildi. Türkiye’nin koruması ve kollaması altında yoluna devam
etmek yukarıda bahsettiğimiz gerekçelerle işine geliyordu. Zaten İran veya
Rusya da kendisine ve ülkesine eşdeğer bir ilişki teklif etmiyordu ki.
Türkiye aynı dönemde sadece Suriye’yle değil Lübnan’la da
sıcak ilişkiler tesis etmişti. Bütün bu gelişmeler, pek tabi en çok İran’ı
rahatsız ediyordu. Bu dönemde İsrail’in “Suriye ve Lübnan’da İran yerine
Türkiye’nin sözünün geçmesinden memnunuz” mealinde açıklama yapması dikkat
çekicidir. Aslında bu demeç çok önemli imalar içeriyor. Öyle ki, buradan hareketle
Davutoğlu ve Türkiye’nin kurduğu birtakım hayallerin nasıl hem ütopik, hem
hatalı olduğunu görebiliriz.
Lübnan ve Suriye’de söz sahibi olmak İran rejimi için olmak
ya da olmamak kadar önemli manalar taşıyor. Yani tam anlamıyla molla rejiminin
bekasıyla alakalı bir mevzu. Çünkü gerek Lübnan’daki Hizbullah örgütü, gerekse
Suriye, İsrail’i baskı altında tutan İran’ın ileri karakolu mahiyetindeki
yapılar. Hatta İran’ın Filistin devletine bu kadar destek vermesinin arkasında
da İran’ın İsrail’in başını boş bırakmama hesapları var. Çünkü bütün bunlar
olmasa İsrail’in ilerleyen dönemlerde Lübnan, Suriye ve Irak’a doğru yayılmacı
bir harekata girişmesi çok kolay hale gelir. İslam dünyasının ve özellikle de İran’ın
başına bela olması kolaylaşır. İlaveten, yahudilerin kutsal kitaplarındaki
Arz-ı Mev’ud’a (Vadedilmiş Topraklar) ulaşmak gibi bir niyetleri olduğunu cümle
alem biliyor.
Türkiye’nin Suriye’yle ilişkileri o denli gelişmişti ki, ilk kez bir Suriye devlet başkanı tatilini
geçirmek için yurt dışını tercih etmiş, Esad ailesi Bodrum’da tatil yapmıştı
(2008). Bunun kendi ülkemdeyim, evimdeyim şeklinde mesajları vardı. Erdoğan’ın
Davos’ta Peres’e çektiği restten sonra iş iyice pişme noktasına gelecekti.
Türkiye, Suriye’nin müzmin düşmanı İsrail’e rest çekerek bir bakıma rüştünü de
isbat etmişti. Ardından ortak bakanlar kurulu toplantısı yapılmış önemli anlaşmalar
imzalanmıştı. Birkaç adım sonrasının birleşme olduğundan bahsediliyordu. Bu bir
bakıma Türkiye’nin Suriye’yi topraklarına katması demekti.
Suriye 3 yıl kadar Mısır’la birleşmiş, ayrılmıştı. Bir ara
sosyalist ve arap milliyetçiliği bazında Libya’yla benzer bir trafiğe girmiş,
sonra vazgeçilmişti. Şimdi aynı flört Türkiye ile yapılıyordu. Bu daha evvel
bahsettiğimiz Suriye halkının millet
olamamasından kaynaklanan boşluğun tezahürüydü. Baas’ın milliyetçi ekseni
kendisini Suriyeli olarak tanımlayan insanlar ürettiyse de kökende araplık,
dilde Arapça bakiydi. Nüfustaki sünni ağırlık başka bir dinamikti. Ülkenin
stratejik toprak değeriyle, devletin askeri ve ekonomik olarak bu değeri korumaktan
aciz kaldığı bir orantısızlık mevcuttu. İşte bu türden saiklerle şimdi de
Türkiye’nin kanatları altına girmeye çabalıyorlardı.
Burada Davutoğlu çok ciddi hesap hatası yapıyordu. Birincisi
yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı İran’ın
Suriye’yi Türkiye’ye yar etmeyeceğini kestirememişti. İkincisi –hadi
diyelim İran’ı bir şekilde ekarte ettin- Suriye Türkiye’nin toprakları haline
geçince İsrail’le olan kara sınırını koruyabilecek misin? Mesela İsrail’e ilhak
ettiği Golan tepelerinden çıkmasını söyleyebilecek misin? Söyledin ve İsrail
“çıkmam” dedi, karşılığında ne yapabileceksin? Türkiye gibi milli onuruna
düşkün bir milletin bunu kaldırabilme ihtimali nedir? İsrail’le bir savaş
ihtimali belirse orduna ve savunma gücüne güvenebilecek misin? Daha ülkeni
füzelerden koruyabilecek hava savunma sistemin yok. Bu sistemleri tamamı İsrail
yandaşı Batı ülkelerinden temin edebilecek misin? Olası bir gerilimde
yiyebileceğin ambargo ve ekonomik krizi kaldırabilecek misin? Bu kadar sorunun cevabını düşünüp, arayıp ona
göre strateji geliştirmek yerine, Neo-Osmanlı hayalleri kurarak keyiflenmek çok
daha kolaydı ve Türkiye de bunu yapıyordu.
İran, yukarıda saydığımız bedellere katlanıyordu. Çünkü iç
siyasette kafası gayet rahattı. Ülke kaynaklarının su gibi Hizbullah’a harcanması,
ağır ambargoya maruz kalmak veya savunma sanayiine yüklü yatırımlar yapılmasından
dolayı halk ekonomik olarak zarar görüp rahatsız olsa da rejim, dolayısıyla
istikamet değişmiyordu. Oysa benzer bir durumda Türkiye’de halk kendisini bu
maceraya sürükleyen iktidarı hemen ilk seçimlerde alaşağı edebilirdi. Üstelik
yeni gelen hükümetin tamamen farklı mecralara yönelmesi ve yıllardır
uğraşılarak gelinmiş mesafelerin bir anda sıfırlanması ihtimali gayet yüksek
olacaktı. Hasılı Suriye hayali dış
politikadan dönmese, iç politikadan dönecek bir yanılsamaydı.
Bir de Türkiye-Suriye birleşmesinden sonra baskıcı Baas
rejiminin hala Suriye’de cari olmasının türk halkı tarafından
kabullenilemeyecek olması ve Baas’ın elindeki erkten vazgeçmeyeceği çelişkisi
var ki, o kısımlara hiç girmiyorum. Bunu, birleşmenin özerk devletler şekilde
olacağını söyleyerek boşa çıkarmak isteyenler olabilir. Fakat o haliyle, yani
Baas’ın sultasıyla devam edecek bir Suriye yönetiminin, Türkiye demokrasisiyle kesintisiz
bir kan uyuşmazlığı yaşayacağı aşikardır.
Suriye Dosyası (7) için lütfen tıklayınız
Suriye Dosyası (5) için lütfen tıklayınız
-----------------------------------------
İlginizi çekebilecek diğer yazılar:
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.