Küçük Enver’in Büyük Rüyası (IV)
Bakanlık Macerası
Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olması dış siyaset çizgimizde
çok şeyi değiştirmedi. Sadece esas aktörü sahneye çıkardı. İlkeler, politikalar
aynen devam ediyordu. Asayiş berkemal, keyifler yerindeydi. Başbakan Tayyip
Erdoğan vaziyetten memnundu, işin kontrolünü iyiden iyiye Ahmet Hoca’ya
bırakmıştı. Dış politikadaki ataklar, iç politikada da Ak Parti ve Erdoğan’a güç
ve oy kazandırıyordu. Aziz Üstel gibi “Kim iktidarda olursa olsun Davutoğlu
ölene kadar dışişleri bakanı kalmalı” diyecek kadar ileri gidenler vardı. Diğer yandan
Batı medyasında kendisine yapılan “Türkiye’nin
Kissinger’ı” ünvanı Ahmet Hoca’nın şöhretini kavileştiriyordu. Burada Batı
dünyasının insan analiz yeteneğini ve bunu kullanma becerisini takdir etmek
lazım. Bu dolduruşların boşuna yapılmadığını çok geçmeden acı bir şekilde
tecrübe edecektik.
2008 yılında İsrail-Filistin barışı için Tayyip Erdoğan’ın
arabuluculuğuyla yapılan anlaşma son gün İsrail tarafından bozulunca, Türkiye
dış siyasette ilk önemli krizle yüzleşti. Yüzleştiği sadece kriz değildi. Batı
dünyasının ikiyüzlülüğü ve değer problemleriyle de yavaş yavaş muhatap
oluyordu. Erdoğan’ın konuşmacı olarak katıldığı Davos’taki toplantı esnasında
sunucunun ve bir grup izleyicinin İsrail tarafında yer alması ortamı gerdi. Erdoğan’ın
kendisini son anda arkadan vuran İsrail’e zaten öfkesi vardı. Meşhur “One minute” krizine sebep olan çıkışı
yaptı ve salonu terketti (2009 Ocak). Türkiye’de bu çıkış genel olarak olumlu
karşılanmıştı. Halkın büyük bir kısmı zaten İsrail’den nefret ediyordu. İç
politikada eli güçlendiren bu hamle, dış politikada virajlı günlerin başlangıcının
haberiydi.
2010 yılındaki Mavi
Marmara baskını İsrail’le zaten limoni olan ilişkileri tamamen koparttı. One
Minute ve Mavi Marmara olayları Türkiye’nin ve Tayyip Erdoğan’ın İslam dünyasındaki
prestij ve nüfuzunun zirve yapmasına sebep oldu. Türkiye dış politikada
günübirlik yüzeysel hesaplar yaparken, oturmuş devlet yapısı, sağlam bir
istihbarat ağı ve dış politika geleneği olan ülkeler ince işçilikle bölgesel
operasyonlara hazırlanıyordu.
Arap Baharı’ndan Arap
Karakışı’na
2010 yılının sonunda Batı Medyası tarafından “Arap Baharı” olarak adlandırılan
olaylar patlak verdi. Sadece Batı’nın verdiği isminden bile bu devrimci
hareketin Araplar için değil, Batı için bahar olduğu anlaşılabilirdi. Ama hiç
kimse anlamadı veya anlamak istemedi. Arap ülkelerinin tamamına yakını tiranlar,
monarklar, despotlar, darbeciler tarafından yönetiliyordu. Hemen hiçbiri halk
nezdinde karşılığı olmayan zalim yönetimlerdi. Bir devrim olacaktıysa bu zalimlerin
kellesi gidecekti. Bunun neresinde kötülük olabilirdi ki? Meydanlar boşalmaya
başlayınca “Beterin beteri varmış atasözü” bu kez Araplar için dilimize
pelesenk olacaktı. Bugün itibarıyla süreç hala bitmedi ve doğrusu bilançonun ne
kadar ağır olabileceğini kimse kestiremiyor.
Sonradan anladığımız kadarıyla, bu devrimci ayaklanma için
gerekli alt yapı özenle hazırlanmış, stratejik derinliğin kitabını klavyede
değil, sahada yazan usta tasarımcılar bölgede arzı endam etmeye başlamışlardı.
Olaylar 15 Aralık günü Tunus’ta geçim sıkıntısı yaşayan Muhammed Buazizi isimli seyyar satıcının kendini ateşe vermesiyle başladı.
Buazizi üniversite mezunu olduğu halde işsizdi ve karnını doyurabilmek için
meyva sattığı tezgaha polisler el koymuştu. Yani bombanın fitili ama 5 gün, ama
3 ay, ama bir yıl planlanandan erken çekilmişti. Buazizi’nin çakmağından çıkan
kıvılcım sadece kendisini değil bütün Arap coğrafyasını yangın alanına çevirdi.
Birileri önceden Ortadoğu’yu benzinle yıkamış gibiydi. 10 gün içinde Cezayir
karıştı. Lübnan, Ürdün, Sudan derken ateş
Arap yarımadasına sıçradı. 2 ay bile geçmeden 20’ye yakın Arap ülkesi protestolar
ve halk ayaklanmalarıyla çalkalanmaya başlamıştı.
Türkiye bu süreçte, bazı ülkelerde mecburen, bazılarında durumdan
vazife çıkararak olaylara müdahil oldu. Artık sınav zamanıydı. Herkes direksiyondaki
Ahmet Hoca’nın kaptan pilotluğunu görmek istiyordu. Şimdi bizim Hoca neler
yapmış kabaca inceleyelim.
(1) Tunus:
Tunus olayların ilk başladığı, aynı zamanda sonuçların ilk
alındığı ülke oldu. 23 yıllık diktatör Zeynel
Bin Ali bir ay içinde iktidarı bırakıp ülkeden kaçtı. Çok partili demokrasi
tesis edildi. Ama seçimleri İslamcı çizgideki Nahda hareketi kazanınca, mahir aktörler kısa süre içerisinde devreye
girip muhalif liderlere art arda suikastler düzenlediler ve ülkede gerilim
ortamı oluşturmayı başardılar. Nahda iktidardan düşürüldü, laik eğilimli Nida Partisi yönetimi devraldı. Batı
kazanmıştı.
Tunus’un şimdiki durumunu, kökleri Batı’ya uzanan sermaye, medya,
bürokrasi şebekelerinin manupile ettiği eski Türkiye’ye benzetebiliriz. Türkiye
Tunus’da başından beri Nahda’ya yakın durmuş, ama gücü Nahda’yı iktidarda
tutmaya yetmemiştir. Nahda lideri Gannuşi’nin,
Mayıs ayında Türkiye’de yaptığı bir konuşmada, açıktan Türkiye’nin İslam ümmetinin bayrağını tekrardan devralıp yükseltmesini
beklediklerini söylemesi bir yandan nefsimizi okşarken, diğer yandan bunca
beklentinin altında çok da bir şey ortaya koyamadığımız için bizi mahcup ediyordu.
Zaten bir bakıma tüm İslam halklarında bulunan bu beklenti yüzünden elimizi
ayağımıza dolaşmıyor mu? Biraz da bu nedenle sabır, soğukkanlılık ve titiz bir
süreç isteyen dış politikada aceleci davranmıyor muyuz?
Tunus’da başarılı bir karnemiz yok. Ama bunun hesabını Davutoğlu’na
kesmek insafsızlık olur. Gücümüz bu kadardı ve olayların gelişiminde bir
dahlimiz yoktu.
(2) Libya:
Geriye dönüp baktığımızda halkına en yaşanabilir ortam
sağlayan Arap diktatörü olarak Kaddafi’yi
görürüz. Libya’da halkın ciddi bir geçim derdi yoktu. Ama ülkenin kaynakları Kaddafi,
ailesi ve avanesi tarafından öylesine hoyratça israf ediliyordu ki, halkın yüreğinde
yeterince nefret birikmişti. Türkiye’nin
Libya’daki etkinliği Tunus’a göre çok fazlaydı. Bir kere Osmanlı bakiyesi
bol miktarda Türk kökenli Libyalı vardı. Ayrıca son dönemlere kadar Osmanlı
himayesinde kalmış bir ülkeydi. Dedesinden-ninesinden Osmanlı hikayeleri
dinlemiş insanlarda Osmanlı ünsiyeti belli oranda kendini muhafaza edebilmişti.
Yüzlerce tüccar ve müteahidimiz, onbinlerce işçimiz Libya’da faaliyet
gösteriyordu. Geçmişten beri istihbari operasyon yapabilecek fırsatlarımız
olmuştu. Ne kadar yaptık orası tartışılır.
Libya’daki halk ayaklanması da kısa sürede ülke geneline
yayılmıştı. Ancak Kaddafi kolay pes edecek gibi durmuyordu. Arkasına aldığı
aşiretler, devlet içinde beslediği rejim yanlısı askerler ve bolca silahla ayaklanmayı
kanlı bir şekilde bastırmaya girişmişti. Türkiye esas itibarıyla rejimin değil halkın
yanındaydı. Ama o an itibariyle Libya’da bulunan onbinlerce Türk’ün güvenliği
söz konusuydu. İki arada bir derede kalmıştık. Türklerin tamamı kazasız belasız
tahliye edilince Türkiye açıktan muhaliflerden yana ağırlığını koyacaktı. Ayaklanmanın
arkalığını alarak devrimi muhalifler lehine kotarabileceğimize gözü kestiriyorduk.
Coğrafi mesafenin uzak oluşu, operasyonel ve lojistik kabiliyetimizi zayıflatsa
da, halk nazarında Türkiye’nin devrime ağabeylik yapmasına sıcak bakılıyordu.
Hem zaten ülkenin yarısı muhaliflerin eline geçmişti bile.
Bu arada NATO Libya’ya müdahale kararı aldı. Türkiye için
can sıkıcı bir durumdu. Hesaplarımızı devrimi başaran ülkenin yeni yönetiminde
etkin olmak üzere yapmıştık. Erdoğan bir NATO ülkesinin başbakanı olarak “NATO’nun Libya’da ne işi var?”
diyecekti. Bunu kendisine kim söyletti bilemiyorum. NATO güçleri kuvvetli bir operasyona
başlayınca artık yapacak çok bir şey kalmamıştı. Dümen kırıp kafileye katıldık
ve hatta Libya operasyonuna katılan uçaklar için İzmir’deki NATO üssü hizmete
sunuldu.
Yoğun askeri operasyonlar sonuç verdi ve 2011 Ağustos’unda
Kaddafi başkentten kaçtı. Bir süre sonra da yakalanıp öldürüldü. Türkiye devrim
sonrası oluşan yönetim üzerinde etkin olmuştu. Biraz önce bahsettiğimiz gerekçeler
hasebiyle halk arasında muteber bir ülkeydik ve bunu iyi kullanmıştık. Yeni Türkiye’nin
desteğini arkasına alınca Batı’ya pas verme gereği duymadı. Bu Batı ülkelerinin
hiç hoşuna gitmedi elbette. Libya’nın enerji kaynakları hiç de yabana atılacak
cinsten değildi. Kaddafi’nin eski generallerinden Hafter ayarlanarak yeni bir kuvvet tesis edildi ve tam Libya’da
sular duruldu derken ortalık yeniden karıştı.
Şu anda Libya’daki enerji kaynaklarının çok cüz’i bir kısmı
Türkiye’nin desteklediği muhaliflerin elinde. Ülke birkaç parçaya bölünmüş
durumda ve akıbetinin ne olacağı meçhul. Hafter’in petrol yataklarının tamamına
yakınını eline geçirmiş olması Batı’nın istediğini büyük oranda aldığını
gösteriyor.
Türkiye’nin Libya’da da karnesi pek parlak değil. Ama elden
geldiğince şartlara göre mevzi almaya çalıştı. Türkiye gibi askeri gücü sınırlı
bir ülkenin, kendi inisiyatifi dışında gelişen olaylara, denizaşırı bir
operasyon yaptığını göz ardı etmemek gerekir.
Eski Türkiye olsa sadece vatandaşlarını kurtarmaya bakar,
gerisini umursamazdı. NATO müdahale kararı alınca da alkışlar onlara servis
sunardı. Belki günün sonunda Libya’da da Batı kazanacak. Ama Türkiye’nin kimin
yanında durduğu, nasıl tavır aldığı unutulmayacak. Osmanlı’dan sonra unutulmaya
yüz tutan Türkiye’nin varlığı Libya halkına tekrar hatırlatıldı. İlerleyen
dönemlerde hala öncü olma iddiası olan bir ülke olarak kalabilirsek bugünkü
uğraşlarımızın ekmeğini yiyeceğimizi düşünüyorum.
Ahmet Hoca Libya'da elinden geldiğince şartları Türkiye'nin ve Libya halkının lehine çevirmeye çalıştı. Gelin görün ki Mısır ve Suriye'de yaptığı inanılmaz hatalar tüm gayretlerini boşa düşürecek cinsten olacaktı.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.