Küçük Enver’in Büyük Rüyası (VI)
1946 yılında bağımsızlığını kazanan Suriye,
kurulduktan kısa bir süre sonra (1963) Baas Partisi’nin kontrolüne girmiştir ve
halen aynı parti tarafından yönetilmektedir. NATO üyesi Türkiye ve Doğu
Bloku’na yakın duran Suriye’nin arasında yakın döneme kadar sıcak bir ilişki de
kurulamamıştı. Zaten malum Hatay problemi yeterince gerilim yaratıyordu.
Davutoğlu dış ilişkilerde ipleri ele aldıktan sonra, “komşularla sıfır sorun”
mucibince Suriye’yle yeni bir sayfa açılmıştı. Uzatılan el karşılık buldu. Öyle
ki Erdoğan Beşar Esad’dan “kardeşim” diye bahsetmeye başlamıştı. İlk kez bir
Suriye devlet başkanı yurt dışında tatil yapıyordu. Bodrum’a gelen Esad
ailesini başbakan Erdoğan ailecek karşılamıştı. Ülkeler arasında vizesiz
seyahat başlamıştı ve ardından (pasaportsuz) nüfus cüzdanlı geçişler planlanıyordu.
Ortak bakanlar kurulu toplantısı yapılması gündeme gelmişti. O dönemlerde Davutoğlu’nun
Suriye’yle yaptığı yoğun bir diplomasi trafiği sonrası kendisiyle görüşen yakın
arkadaşı Mustafa Özel’e “Suriye’yle işler nasıl gidiyormuş?” diye sormuştum.
Bana verdiği cevabı, bu cevaba nasıl safça inanıp sevindiğimi hatırlıyorum. “Suriye gözümüzün içine bakıyor. Gelin desek
bugün Türkiye’ye katılacaklar.” Bendeki de saflık. “Peki niye gelin
demiyoruz?” diye sormak aklıma gelmedi o gün. Suriye, bir ara 3 yıl kadar
Mısır’la birleşmiş, bir ara da Libya’yla birleşme planları yapmış ama bu proje
akim kalmıştı. Ülke geleneğinde bu vardı. Neden tekrar olmasındı?
Bugün geriye baktığımda Ahmet Hoca’nın nasıl imkansız
hayaller kurduğunu görebiliyorum. Ama hem devlet erkanı, hem de bizim gibi saf
vatandaşlar bu ham hayale inanmıştık. Ne İran, ne Rusya aklımıza gelmemişti.
Hadi bizim gelmez, bu işlerden anlamıyoruz da Ahmet Hoca’nın da gelmez mi?
Görüyoruz ki gelmemiş.
Biraz da Beşar Esad’dan bahsedelim. Suriye’nin bir
önceki devlet başkanı Hama celladı Hafız Esad’ın 1’i kız 5 çocuğu vardı. 4
oğlundan Mecid zihinsel engelliydi. En büyük oğlu Basil ve en küçük oğlu Mahir
müşeddid karakterli olup, sadece ikinci oğlu Beşar mazbut karakterliydi. Babası
büyük oğlu Basil’i kendi yerine hazırlıyordu ki gaddar Basil bir trafik
kazasında hayatını kaybetti. İbre,
hiçbir iktidar iddiası olmayan, İngiltere’de diş hekimliği okumuş ve orada
tanıştığı Suriye’nin saygın sünni bir ailesine mensup olan Esma’yla evlenmiş, sakin bir hayatın hayallerini kuran Beşar’a
dönmüştü. Belki kendisine sorsalar bu görevi kabul etmeyecek kadar iddiasız
bir karakterdi. Ama kendisine soran yoktu. Hızlı bir şekilde orduda birkaç
görev verilerek iktidara hazırlandı. Babası ölünce de Baas üyeleri tarafından
devlet başkanlığına oturtuldu.
Beşar Esad uyumlu bir karakteri olan, beyefendi bir
kişilik. Fırsatı olsa bugün bile başkanlığı bırakıp ailesiyle birlikte huzurlu
bir hayat sürmeyi tercih edecektir. Suriye’yi
yönetenler başta kardeşi Mahir olmak üzere Baasçı kadrodur. Bu kadroyu arkalayan ve yön veren asıl güç de İranlı kurmaylardır. Bu
sebeple yazılarımda her zaman vitrinde görünen Esad’a değil, Suriye Rejimi ve
İran’a veryansın etmişimdir. Esad’ın Suriye’de İranlı bir albay kadar hükmü
yoktur. İranlı askerlerin bir tartışma sırasında istihbarattan sorumlu üst
düzey generali döve döve öldürdüklerini biliyoruz. Suriye bu olayın üzerine
gitmeye bile cesaret edememiştir.
Ayaklanma başlayınca Davutoğlu Esad’la ve Suriyeli
yetkililerle görüşür. Ülke içinde demokratikleşme yönünde adımlar atılarak
halkın gazının alınmasını telkin eder. İlk anlarda Baasçı yetkililer de bunun
iyi bir çözüm olacağını düşünür, 48 yıllık olağanüstü halin kaldırılması
gündemdedir. Türkiye önayak olduğu reform paketini yürürlüğe konması için kulis
yapar. Gelişmeleri yakından takip eden İran, olaya müdahil olur ve işin rengi
bir anda değişir. Suriye’deki kamuflajlı Pers
duvarı artık ayan beyan ortadadır. Reformlar rafa kalkar, Rejim ayaklanmayı
bastırmak için aktif müdahaleye başlar. Davutoğlu son bir can havliyle elinden
kaçıp gitmekte olan Esad’ın yanına gider. 2011 Ağustosu’nda 6 saat süren bu
toplantı, Suriye-Türkiye ilişkilerine son noktayı koyar. Davutoğlu onca dil
dökmesine rağmen ikna edememiştir karşısındakini. Çünkü artık karşısında
konuşan naif Esad değil derin Acem üst
aklıdır.
Savaş
başlıyor
Umutlar tükenince Türkiye hızlı bir şekilde saf
değiştirir ve alenen Suriye Devrimi’ni desteklemeye başlar. Bir taraftan
Batı’nın nasıl tepki vereceğine kulak kabartmış, bir taraftan muhalif kanadın
önde gelen aktörleriyle toplantılar tertip etmeye başlamıştır. Bu arada İran da
açıktan ses yükselterek Türkiye’ye “Suriye
kırmızı çizgimizdir” mesajını verir. İran’la yapılan görüşmeler iki tarafın
da karşılıklı inatlaşması sonucu bir anlaşma zemini bulamaz. İran için Suriye
hayati ehemmiyete haiz bir ülke. İsrail’i sürekli tedirgin etme gayesiyle
kurulmuş Lübnan’da konuşlu Hizbullah’a giden kara ikmal hattı Suriye’den
geçiyor. Ayrıca İran sanayisi için hatırı sayılır büyüklükte bir pazar. Yani
ekonomik bir değeri de var. Suriye’deki bir rejim değişikliği, kuvvetli
olasılıkla Suriye’nin İran’ın kontrolünden çıkmasına neden olacak ve İran
rejimini uzun vadede beka tehlikesiyle karşı karşıya bırakabilecektir. Biz
bütün bunları savaş başladıktan sonra öğrendik. Çünkü uzmanlık alanımız değildi.
Ama görüyoruz ki işin uzmanı diye bellediğimiz abilerimizin de bu gerçeklerden o
dönemde pek haberi yokmuş.
Davutoğlu İran’ın yukarıda sözünü ettiğimiz hassasiyetlerini göz önüne alarak bir çözüm üretmeyi denemesi o an için en sağlıklı yoldu. Baas’ın yerine tesis edilecek yönetimin İran’la sıkı ilişkilere devam edebilecek bir yönetim olması sağlanabilirdi. İran’la ortak bir zeminde buluşmak oldukça zor. Ama bunu sonuna kadar zorlayıp, gerekirse tavizler vererek mevzuya suhuletle çözüm aranabilirdi. Yani İran inatlaşırken biz biraz alttan almayı denemeliydik. Sonuçta İran’ın 40 yıllık bahçesi üzerine pazarlık yapıyorduk. Suriye’yi fethettiği vehmine kapılan Davutoğlu da inat etti. Böylece tirajik Suriye savaşının önlenmesi için ilk fırsat kaçmış oldu.
İlk başlarda her şey yolunda gitti. Türk istihbaratı
Özgür Suriye Ordusu’na kuvvetli bir destek sundu. Kısa sürede Halep kırsalının
tamamına yakını, şehir merkezinin yarısından fazlası ÖSO’nun eline geçti. Ülke
genelinde kırsal alanlarda tutunamayan Rejim şehir merkezlerine hapsolmuştu. Sünni
Hama ve Rakka, Nusayri Tartus ve Lazkiye hariç şehir merkezlerinin de neredeyse
yarısını kaybetmişti. Davutoğlu Şam’da Cuma namazı kılmaktan bahsediyordu.
Medyada, siyasette, hatta halk arasında Şam’a kaç saatte varacağımıza dair muhabbetler
dönüyordu. Kendimizden geçmiştik.
Ağustos 2012’de yani Esad’la yapılan son görüşmeden
tam 1 yıl sonra Davutoğlu büyük bir iddiada bulundu. Esad yıllar değil aylar ve hatta belki haftalar içinde gidecekti.
Koskoca dışişleri bakanı bunu söylediğine göre bir bildiği vardır diye hepimiz
keyiflenmiştik. Suriye düştü düşecekti. Davutoğlu hırsları ve hayalleri
yüzünden nasıl bir cezbeye kapıldıysa artık.
Türkiye’nin Suriye ile alakalı krizde iki önemli
avantajı vardı. Birincisi lojistik avantaj, ikincisi Suriye halkının Türkiye
ile hareket edecek kıvamda olması. Rejim hızlı bir şekilde kan kaybediyordu.
Aslında o günlerde Türkiye’nin olası bir
askeri harekatı Rejim’in ipini çekebilirdi. Henüz İran, Rus ve ABD
birlikleri sahaya inmemişti veya başka bir deyişle inememişti. Türkiye buna bir
türlü cesaret edemedi. Hep Suriye Rejimi’nin gitmesi gerektiğini söyleyen ABD’nin
gözünün içine baktı. Rivayet odur ki hükümetin askeri harekat arzusu, o dönem
ordu içerisinde geniş nüfuza sahip Fetöcü subayların bu işi olmaz kılmak için
sürekli ayak diretmelerinden dolayı mümkün olmamıştır. Ne olursa olsun Türkiye
o günlerde yapacağı bir kara harekatıyla, belki Suriye’nin tamamını değil ama
önemli bir kısmını Rejim’in elinden kurtarıp muhaliflere teslim edebilirdi. Rejim
zaten askeri olarak çökmek üzereydi, moraller en alt seviyedeydi. Rejim
generalleri el altından ÖSO ile yurt dışına kaçma pazarlıkları yapıyordu.
Uluslararası camianın tepkileri de olacaktı elbette. Zaten hedefimiz Suriye’yi
fethetmek değil, Rejim’in belini kırmak olmalıydı. Kısa sürede geri çekilip
kamuoyu baskısını da bertaraf edebilirdik. Bu avantaj da heba edildi. Suriye’yle
ilgili ikinci fırsat da kaçmış oldu.
Rejim iyice sıkışınca o güne kadar nüfus cüzdanı dahi
vermediği, hayvan yerine koyduğu Suriyeli Kürtlere alan açtı. Kürtlerin
çoğunlukta olduğu üç bölge (Efrin, Kobani ve Haseki) Kürt milislerin kontrolüne
bırakıldı. Bu savaşın seyrini
değiştirecek bir gelişmeydi. Böylece hem Suriye Devrimi’nin ilk günlerinde
muhaliflerle birlikte hareket eden Kürtler
ÖSO’dan koparıldı. Hem de Türkiye’ye can sıkıcı bir gündem sunuldu. Kararın
arkasındaki İran da aslında Kürtlerden hiç haz etmiyordu. Ama o an için çok
ileri gitmiş olan Türkiye’nin önünü kesmek için iyi bir hamleydi. Şimdilerde o
hamle yüzünden sadece Türkiye’nin değil, aynı zamanda İran’ın da başında
hafakanlar dolaşıyor.
Yazının devamı için tıklayınız.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.