Küçük Enver’in Büyük Rüyası (VII)
(6) Suriye (Devamı)
Suriye Kürtleri 3 kantonda kontrolü ele aldıktan sonra
ne ÖSO’yla ne Rejim’le bir çatışmaya girdiler. Pusuda bekliyorlardı. Taraflar
çatışıp kan kaybettikçe onların elleri güçleniyordu. Bu arada iç meselelerini
de çözdüler. Farklı grupların tamamı elimine edilerek, PKK Suriye Kürtlerinin
tek hakim unsuru haline getirildi. Bu tek başına PKK’nın başarısı değildi.
Başta ABD olmak üzere Batılı büyük güçler bölgeyi dizayn etmek için alttan alta
çalışıyordu. İran, Rejim’in giderek kan kaybetmesi üzerine ikinci hamlesini
yaptı. Hizbullah İran’ın emriyle
Suriye’ye girdi. Bu hamle Rejim’i yok olmaktan kurtardı ama Hizbullah’ın
İslam dünyasındaki saygınlığını yerle bir etti. O güne değin sadece İsrail’le
muharebe yapan Hizbullah’ın Müslüman kanı dökmeye başlamasıyla sünni dünyada
ismi Hizbuşşeytan diye anılmaya
başlandı.
Suriye Savaşı üç aşağı beş yukarı ortada devam ederken,
2014 yılı başında bütün dengeleri değiştirecek bir gelişme yaşandı. Irak’ta aniden ortaya çıkan IŞİD, ÖSO
içindeki radikal selefi unsurları ayartarak ÖSO’dan kopardı. Sinsice planlanmış
bu operasyonla ÖSO elinde tuttuğu bölgelerin yarısından fazlasını kaybetti.
Bugün geriye baktığımızda IŞİD’in kimler
tarafından organize edildiğini, neye hizmet ettiğini görebiliyoruz. Batı
dünyası Suriye ve Irak’a müdahale etmek için meşru bir bahane üretmişti. Dış
siyaset şovla, hamasetle yürütülen değil derinden derine kurgulanan bir
sanattı.
Nusayri Rejim’in halk arasında meşruiyeti yoktu. Din
düşmanı PKK’nın da Müslüman Kürt halkıyla örtüşen bir yanı yoktu. Ama gariptir
ki IŞİD en çok Suriye halkını en hakkaniyetli temsil eden ÖSO’ya saldırdı. Mesela
Rejim’e yönelik araçlı bomba saldırılarının sayısı ÖSO’ya yaptıklarının yanında
devede kulak kalır. ÖSO sadece toprak kaybetmekle kalmaz, IŞİD’le uğraşmaktan
Rejim’le olan mücadelesi de güç kaybeder. IŞİD Suriye’nin doğusunu neredeyse tamamen
süpürmüştü. Savaşın ilerleyen dönemlerinde IŞID’in ÖSO’dan çaldığı bölgelerin
çoğu PKK’nın eline geçecekti. Bunu benim gibi Suriye’yi amatörce takip edenler
bile işin başında farketmişlerdi. IŞİD
PKK’ya alan açıyordu.
Zamanında PKK, Türkiye'nin çabalarıyla Batı tarafından
terör örgütü olarak tanındığından, Suriye'deki
PKK yapılanması PYD adıyla sahaya sürüldü. Böylece uluslararası meşruiyet
kazandırıldı. Bir taraftan da IŞİD Batı medyası tarafından canavar olarak tüm
dünyaya lanse edildi. Bila istisna tüm ülkeler IŞİD'i lanetliyor, yok edilmesi
gerektiğine dair fikir beyan ediyordu. Zaten IŞİD de bu imaj için gereken tüm
görsel materyalleri medyaya servis etmişti.
Batı medyasında Türkiye'nin IŞİD'e müdahale etmesi
için bolca teşvik mesajı yayınlandı. Türkiye bu dolduruşa gelmedi. Haklı
gerekçeleri vardı. IŞİD Türk istihbaratının iyi tanımadığı bir örgüttü,
ülkemizde çok sayıda sempatizanı vardı ve ortalığı kana bulamalarının önüne
geçmek mümkün olamayabilirdi. Bunun da iç politikadaki karşılığı hükümet için
hiç de iç açıcı olmazdı. Aynı zamanda Şii hareketine sert darbeler vuran
IŞİD'in bölgedeki Sünni halk arasında kısmi bir sempatisi vardı. Mezhepçi Şii
milisler sünni halka oldukça eziyet edip çok sayıda insanı katletmişlerdi.
Mezhepçi Sünni selefi IŞİD bir bakıma onları kurtarmıştı. Türkiye bölgedeki
sünni aşiretlerle arasını bozmak istemiyordu. Ayrıca Türkiye'nin Suriye
toprakları içerisinde bir askeri harekat yapmasına Rejim üzerinden Rusya ve
İran'ın nasıl bir tepki vereceği kestirilemiyordu.
Hal böyleyken IŞİD bir gün içerisinde Musul'u aldı
(Haziran 2014). Akabinde de PKK'nın elindeki Kobani bölgesine saldırdı. Hızlı
bir ilerleme kaydettiler. ABD öncülüğündeki Hava Koalisyonu'nun ağır
bombardımanına rağmen IŞİD durdulamıyordu. Kısa sürede Kobani merkeze
ulaşmışlardı. Kobani yavaş yavaş IŞİD'in eline geçiyordu. Kasaba üç cepheden
kuşatılmıştı. Kobani'ye gelebilecek tek kara ikmal hattı Türkiye'ydi. Koca Musul şehrinin düşmesini sessizce
seyreden Batı, Kobani kasabası için dünyayı ayağa kaldırdı. Türkiye'deki
PKK taraftarları da sokaklara dökülmüş, içeriden tazyik uyguluyordu. PKK'nın
bölgeden tamamen kazınması Türkiye'nin işine geliyordu. Ama bu ağır kamuoyu
baskısına direnilemedi. Irak'dan gelen takviye birlikler için yol açıldı ve
IŞİD %70'ini ele geçirdiği Kobani'den püskürtüldü. Türkiye ne yapıp edip kapıyı
açmamalıydı. Üçüncü fırsatı da kaçırmış olduk. Zaten sonrasında IŞİD'e bir
operasyon yapılması planlanıyordu. Ne pazarlıklar yaşandı bilmiyorum. Ama o
olaydan sonra PKK inisiyatifi ele aldı ve Şam'da
Cuma namazı kılma hayalleriyle yola çıktığımız macerada, kucağımızda PKK'nın
güney sınırımız boyunca kuracağı bir devlet bulduk. Bu devletin ABD'nin
Ortadoğu üssü olacağına şüphe yok. Bölge ülkelerinin başına bela olacağına da
şüphemiz yok.
Sıkıcı olmamak adına sonraki gelişmelere değinmiyorum.
Hülasa, Suriye karnemiz fena halde kırık notla dolu. Davutoğlu sonrası dönemde
yapılan hamlelerle bir nebze olsun toparlanma yaşandı. Aktif olarak devam eden
bu savaşın sonunda, iyimser tahminle El Bab ve İdlib'de az miktardaki insan
felaha kavuşacak (inşaallah). Milyona yakın insan öldü, onbinlercesi sakat
kaldı. Suriye halkının yarısı iç ve dış göçlerle evinden yurdunan edildi.
Tecavüzler, açlık, hastalık, psikolojik travmalar, yetimler, dullar... Bunca
bedel karşılığında Suriye halkı özgürlüğüne kavuşsaydı buna katlanılabilidi.
Ama alınan tek pozitif sonuç (o da olursa) İdlib ve Bab bölgesinin rahatlaması.
Bir karakter çözümlemesi
Davutoğlu'nun aldığı kararlara yaptığımız eleştirilere
hayranları komik, komik cevaplar veriyorlar. Yok askeriyede hainler vardı, yok
Batı arkamızda durmadı, yok IŞİD oyunu bozdu, yok istihbaratımız zayıftı, yok
öyleydi yok böyleydi. Ben de tam onu söylüyorum. Önünde bunca handikap varken
hangi akla hizmet boyundan büyük işlere giriyorsun? Mısır'da, Suriye'de
milyonlarca insanı kendi ergen hayallerini gerçekleştirmek için niye ateşe
atıyorsun? Yeni girdiğin uluslararası arenada sadece senin mi kafan çalışıyor?
Ortadoğu'daki her delikte bir ajanı olan İngilizler, Amerikalılar, İranlılar
senin gibi şov yapmıyorlar diye onları uyuyor mu sandın? Halbuki ne güzel
gidiyordun değil mi? Osmanlı'yı yeniden diriltecektin. Ümmetin bayrağı senin
ellerinde yükselecekti semaya. Herkes seni konuşacak, seni gösterecekti; ''İşte O'' diyeceklerdi ''Büyük
kurtarıcımız, o olmasa biz bir hiçtik.'' Zafer alaylarının önünden mağrur
mağrur yürüyecektin. Ama olmadı işte. Atar ergen idealizmi ile yola çıkmış bir
adam olarak hayatın boyunca işlerin rast gitti. Hayatın gerçekleriyle biraz temas
edebilseydin nerede durman, nerede yanlaman, nerede geri çekilmen gerektiğine
dair siyasi reflekslerin gelişecekti. Saha
deneyimi olmayan teorisyen sosyal bilimcilerden çok çekti bu dünya. İddia
ediyorum Davutoğlu İngiltere dışişleri bakanlığında 2 sene çaycılık yapsa
okuduğu binlerce kitaptakinden daha değerli şeyler öğrenirdi. Çok sayıda
''sıfır'' biriktirmişti. Lakin başlarında ''bir'' olmayınca sıfırlar bir işe
yaramıyordu.
Bana Davutoğlu eleştirilerimle ilgili sıkça sorulan
bir soru var: ''İyi hoş da bunca hatalı
kararda Tayyip Erdoğan'ın suçu yok muydu?''. Bu soruya konuyu vuzuha
erdirecek bir teşbihle cevap vereyim.
Pazarda
limon satarak ticarete başlamış bir adam hayal edin. Ticari zekası gayet yüksek
ve çalışkan bir karakter. Allah nasip etmiş küçük bir dükkan açmış, yetenekli
bir esnaf olduğu için sürekli büyümüş ve kendi alanında sektörün en önemli ismi
haline gelmiş. Bir de oğlu var, oldukça zeki. Benim çektiklerimi çocuğum
çekmesin demiş. Oğlanın yediği önünde yemediği arkasında, cebinden harçlığını
eksik etmemiş. Onu en iyi okullarda okutmuş. Dil öğrenmiş oğul, yurt dışına
gitmiş görgü kazanmış. Okul bitince oğlunu yanına almış.
Oğlan bir
de bakmış ki, babası şirketi hiç de okullarda kendisine öğrettikleri gibi
yönetmiyor. Babası henüz genç. ''Bırak ben yöneteyim'' dese olmaz. Hemen
babasını çekip konuşmuş. ''Baba ben yeni bir iş kuracağım, yeni gelişen
sektörler var, artık devir değişti, para bu sektörlerde.'' Baba oğlunun
zekasına ve eğitimine çok güvendiğinden birikmiş sermayesinden önemli bir
miktarı ayırarak oğluna vermiş.
Oğul lüks bir ofis tutmuş, havalı bir isim
bulup, pahalı bir logo çizdirerek şirketi kurmuş. Yanında okullardaki fiyakalı
arkadaşlarını yüksek maaşlarla istihdam etmiş. Görenler gıpta ederek
bakıyormuş. Babası oğlundan gelen haberleri gururla izliyormuş. Oğul sektörün
en güçlü firmalarından biri olma hayaliyle açıldıkça açılmış, diğer firmaların
pazarına girmek için kredi bile çekmiş. Sektördeki köklü ve tecrübeli firmalar
bu toy delikanlıyı kısa sürede çırak çıkarmış. Sonunda da yüklü miktarda zarar
etmiş. Babası borcu sahiplenmiş ve niye zarar ettiğini sormuş. Oğul babasının
pek aşina olmadığı sektörle ilgili bir çok şey anlatıp mevzuyu kurtarmış.
Bu
hikayedeki baba ne kadar suçluysa Erdoğan da o kadar suçlu.
Davutoğlu, Ak Parti döneminde birikmiş enerjiyi ve
ekonomik birikimi dış siyasette hoyratça savurmuştur. Şimdi isterseniz 8. bölümde Ahmet
Hoca'nın iç siyasetteki macerasına, başbakanlık dönemine bir göz atalım.
Yazının devamı için lütfen tıklayınız.
Yani Suriye’de bu kadar insan şimdiye Davutoğlu için savaştı, öyle mi? Hala savaştıklarına göre Davutoğlu’nun artık görevde olmadığından haberleri yok demek ki.
YanıtlaSilKadir Bey. Savaş başladıktan, araya kan girdikten sonra insanların önünü almak bir hayli zor. Mevzuyu soğukkanlılıkla masaya yatırıp ya baştan savaşa sokmamak lazım, ya da başlayınca sonunu getirmek. İkisini de yapamadık maalesef.
SilDavutoğlu ile hiçbir ünsiyet bağım yok. Ama rezalet bir yazı kaleme almışsınız tebrikler. Hem Türkiye'nin ortadoğuda hayal ettiği her şeyi yapamaya gücü yok deyip hem de Davutoğlu'nu tüm suriye muhalefetini etkileyip yönlendirebilecek kadar kuvvetli ve etkili bir aktör olarak resmetmek zaten çelişkinin dik alası. Davutoğlu muhtemelen pek çok hata yaptı, ama kendisi hakkında "çırak çıkarmak, kibri yüzünden önünü görememek, İran'ı okumayı becerememek" gibi kahve ağzıyla yaptığınız eleştiriler yerine gerçek doneler sunun bize. "Davutoğlu'nun yaptıklarının alternatifi/doğrusu neydi?" sorusunu yazınızda arattığımda "İran'la anlaşabilecek bir iktidar konusunda İran ile uzlaşmak" gibi afedersiniz ama gülünç bir öneri dışında hiçbir şey yok. Türkiye'nin iki alternatifi vardı: 1) Suriye'yi kendi kaderine terkedip sınırlarını kapatmak 2) Askeri müdahale. İkincisinin olamayacağını söyleyerek zaten Davutoğlu'nu eleştirdiğinize göre birincisini tavsiye ediyorsunuz. Zira Davutoğlu birincisini kabullenemeyip ikinciye en yakın reaksiyonu göstermiş bulunuyor.
YanıtlaSilSanırsınız isyanı Davutoğlu kendisi başlatmış. Yazının başında bunun böyle olmadığını söyleyip yazının sonunda ihaleyi Davutoğlu'na yıkmak için sanırım İran Dışişleri'nde iki sene çaycılık yapmak gerekiyor.
Furkan Bey. Davutoğlu'nu yakından tanımayan pek çok kişi gibi hakkındaki yorumlarıma itiraz etmişsiniz. Benim üslubuma kahve ağzı derken, beni İrancılıkla suçlarken veya rezalet bir yazı derken siz ne ağzıyla konuşuyorsunuz?
SilTürkiye'nin askeri müdahale seçeneği vardı. Yazıyı iyi okumamışsınız. Lojistik avantajını kullanarak Hizbullah, İran, Rusya gelmeden kısa süreli bir askeri operasyonla savaşın seyrini değiştirebilirdi. Sonrasını sulh ile çözmeye çalışmak mantıklıydı.
Bir gün reyis için bir değerlendirme yazarsanız enginnnnn bileğinizle biz de aydınlanırız bakalım onun hakkında da böyle atıp tutabilecek misiniz
YanıtlaSilAma pardon o hata yapmaz değil mi o hep doğrusunu yapar yanlışı yapan vekiller bel.başkanları danışmanlar bakanlar falandır değil mi Halife’miz nasıl yanlış yapabilir ki