Küçük Enver’in Büyük Rüyası (VIII)

       Zirve Yürüyüşü

Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığındaki performansı ilk dönemlerde herkesi heyecanlandırmıştı. Muhalefet bile çok fazla itiraz etmiyordu. İktidar yanlısı basında yoğun şekilde Ahmet Hoca güzellemeleri boy gösteriyordu. Basındaki bazı önde giden kalemler, iyiden iyiye Hocacı olmuştu. Arap Baharı sonrası işler yolunda gitmese de iktidarı yıpratmama adına yanlışlar görmezden gelindi. Bir de gelişmeleri Davutoğlu’nun ağzından dinleyenler onun argümanlarıyla besleniyor ve her seferinde Hoca’nın mevzulara ne kadar muhteşem çözümler getirdiğini düşünmek zorunda kalıyordu.



Burada önemli bir zaafımız için ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Basında ve bilim dünyasında hep eğitimli insanlar yer alır. Birbiriyle iç içe geçmiş bu sosyolojik kitlede, Davutoğlu’nun daha önceden vurguladığım bir şöhret ve saygınlığı vardı. Hala da büyük oranda var. Bu münasebetle basındaki isimler bu saygınlığın ağır baskısına da maruz kalıyordu. Belki farkedemiyorlardı, ama ictimai ilişkileri esnasında bile kendilerine yoğun şekilde Davutoğlu güzellemeleri boca ediliyordu. Hoca’ya yanlış demek, kritik etmek kimi zaman aşağılanmayı, kimi zaman tecrit yemeyi göze almayı gerektireceğinden, olayları eleştirel bir platforma taşımak kimsenin aklına gelmiyordu. Zaten mütedeyyin tayfanın hülyası Neo-Osmanlıcılık, okur yazar tayfa arasında eroin etkisi yaratmaya yeter de artardı bile.


       Bilge Kral İstiyoruz

Okumuş adam kibrinin bir zafiyetini daha zikredelim; Rahmetli Aliya İzzetbegoviç’den tatlı bir hatıra olarak, İslamcı entelektüel camianın hayallerini süsleyen Bilge Kral modeli. Okumuş tayfa kendisini toplumun en üstünde konuşlandırdığı için devletin en tepesinde de kendileri gibi birisinin olmasını arzular ve hatta bunun büyük bir medeniyet inşa edebilmek için zaruri olduğunu düşünür. Zaten riyaziyyat kabiliyeti nedeniyle, riyaset makamını hak ettiğini düşünen çok sayıda insanla muhatap oluyoruz. İşte bu entel arkadaşların arasında Türkiye’nin Bilge Kralı olarak Davutoğlu göz kamaştıran bir aday olarak öne çıkmıştı. Bizim okumuş tayfanın düşünce sığlığını şuradan anlayalım. Bir kere bilgin (bilgili) ve bilge arasındaki farkı bilmiyorlar. Davutoğlu değerli bir bilim adamıdır, bilgilidir, bilgindir ama bilge değildir. Bilge; tabiata, evrene ve insana dair gözlem ve analiz yeteneği olan, sıradan insanların algılarını aşarak derinlemesine tahliller yapan ve sathi değil içre söylemleri olan filozof insanlara denir. Davutoğlu’nun onca konuşmasını dinleyip, yazısını okumuş biri olarak bolca bilgi edindim, ama bilgeliğe rastlamadım. Bir insanın bilge olması için bilgili olması gerek şart değildir. Ama hem bilgili, hem bilge ise sohbetine doyamazsınız.

Hasılı, yukarıda saydığım saikler nedeniyle Davutoğlu medyada, kulislerde yoğun bir şekilde parlatılarak zirve yürüyüşüne hazırlanıyordu. Ak Parti’deki pek çok önemli ismin tüzükteki 3 dönem kuralına takılacak olması sonradan partiye katılan Davutoğlu’na geniş ve rakipsiz bir alan açmıştı. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olacağına kesin gözle bakılıyordu. Kulislerde “Başbakan kim olmalı?” sorusuna herkes kendince bir cevap verse de, Erdoğan’ın aday göstereceği kişinin mutlak favori olacağını bilmeyen yoktu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 6 ay kala Davutoğlu avanesinin “Ahmet abi gibi başka adam mı var? El mahkum onu başbakan yapacaklar.” şeklindeki özgüvenli açıklamalarına şahit oluyorduk. Medyada psikolojik üstünlük bariz şekilde Ahmet Hoca’nın eline geçmişti. Acaba parti içi dinamikler nasıldı?

Partiye yeni başkan arama sürecinde parti içi bir teamül yoklaması gerçekleştirilmiş, ezici bir çoğunlukla cumhurbaşkanlığı görevi sona erecek olan Abdullah Gül ismi öne çıkmıştı. Davutoğlu’nun esamesi okunmuyordu. Tercih oranı çift haneli rakamlara bile ulaşamamıştı. Hoca, siyasete ve partiye sonradan dahil olmuş, yoğun bir şekilde dış siyasetle ilgilenmiş, ayrıca hizipçi karakteri kısa sürede farkedildiğinden yanına pek fazla kimse yaklaşmamıştı. Diğer yandan Erdoğan’ın Gül’le ilgili çekinceleri vardı. Cumhurbaşkanlığı döneminde ters düştüğü anlar olmuştu. Siyasi tarzları uyumsuzdu. Gül herkesi idare edecek bir üslup takınırken, Erdoğan daha cesur bir politika izliyordu. Gül, siyasi karakteri uyarınca 17-25 Aralık sürecinde maslahatı idare etmiş, dava arkadaşaı Erdoğan’ı sahiplenme konusunda zayıf bir görüntü sergilemişti. Parti içinde nüfuzu yüksek olduğu için cumhurbaşkanı olacak Erdoğan’ın Ak Parti’deki etkinliği zayıflayacaktı. Gül, partiye dönme sinyalleri veren konuşmalarına rağmen diplomatik bir şekilde ekarte edildi. Kalan adaylar arasından özellikle Binali Yıldırım ismi öne çıksa da, hem Davutoğlu’nun kamuoyundaki parlak imajı hem de partideki nüfuzunun zayıf olması Erdoğan’ı Davutoğlu tercihine zorladı.


     Siyaset Ne Ki, Ben İlim Aşığıyım

Erdoğan'ın Davutoğlu'nu aday gösterdiği günü iyi hatırlıyorum. Erdoğan oldukça moralsizdi. Konuşması esnasında gülümsemedi bile. Davutoğlu'nun aday gösterilmesi parti içinde ciddi manada rahatsızlık yaratmıştı. Bu işe en çok bozulan isim, Binali Yıldırım salonda yoktu. Aslında Davutoğlu kuşatıcı bir karakter olsa bu kadar tepki almazdı. Kendi ekibi ve değer verdikleriyle iş tutuyordu. Siyaset bilimi mezunuydu ama siyasetin inceliklerinden bihaberdi. Yine aynı senaryoyla, aynı zaafiyetle karşı karşıyaydık. Teorik bilginin pratik uygulamaları başka maharetler, özellikler gerektiriyordu. Aynı gün Ahmet Hoca'da gizleyemediği çocuksu bir sevinç gözlerden kaçmıyordu. Heyecandan konuşması sırasında kekeliyor, eli ayağına dolaşıyordu.

Bir kişinin başbakan olduğunu öğrendiğinde mutlu olması, heyecanlanması elbette doğal, insani bir durum. Ama hemen akabinde Davutoğlucu tayfanın ''Ahmet Hoca başbakanlığı hiç istemiyordu, ama çok ısrar edildi, mecbur kaldı'' yorumlarını duyuyorduk. Hatırlarsanız, yazının önceki bölümlerinde de bu durumla ilgili iki kez not düşmüştüm. Bu yorumları millet kendisi uydurmuyordu. Davutoğlu etrafına sürekli bu türden algılar oluşturacak yüklemeler yapıyordu. Devlet makamlarıyla ilgili arzusunu gayet iyi biliyoruz. Başbakanlıktan ayrıldıktan sonraki tepkilerini ve duruşunu objektif gözle takip eden herkes, bunu kolayca görür. Oraya bilahare geleceğiz. Hoca'yla aynı dönemde Boğaziçi'nde okumuş bir arkadaşıyla sohbet ederken bana ''Ahmet'in Türkiye'yle ilgili, hatta global platformda hedefleri, projeleri var. Mutlaka devlette bunu başaracak pozisyonlara oynayacak, buna hazırlanıyor.'' demişti (2002). Etrafındaki herkesin farkettiği, hissettiği bir tutkuydu. Pekala neden bu arzunun üstü örtülmeye bu kadar gayret gösteriliyordu? Açıklayalım.

İlim dünyasının kendine ait ruh hali, prensipleri vardır. İlim aşkla olur ve bunu tadını alan ilim ehli başka mecralarda gezinmeyi kerih görür. Aynı hassasiyet tekke ehlinde de vardır. Seyrü sülükte aşama kaydedenler siyasete itibar etmez. Bir de İslam adabında ''göreve talip olunmaz, görev verilir'' düsturu hakimdir. Bütün bunlar muvahacesinde, Davutoğlu'nun neden hep ''ben istemiyorum, mecburen görevi kabul ediyorum'' tiyatrosunu oynadığını kolayca anlayabiliriz. Şahsen Ahmet Hoca'da benim en itici bulduğum özelliği bu ikircikli ruh hali. Halbuki, etrafına asil ilim adamı şovu yapıp iç dünyasındaki tutkularını örtbas edeceğine, ''Bu göreve gelmek beni çok mutlu etti, Allah bana devlet nasip etti, görev yaparak ülkeme, insanıma, ümmet-i Muhammed'e hizmet etmekle ismimi payidar kıldı'' dese hiç de acayip karşılanmazdı. İnsanların açık yürekli yakaşımları algılayacak ve makul görecek kadar feraseti var.


     Başbakanım Artık, Dışişleri Bakanı Değil

Davutoğlu başbakanlığa doğrudan Erdoğan'ın tavassutuyla gelmişti. Pozisyon itibarıyla başbakan görünse de kendisinden beklenen dışişleri bakanlığına devam etmesi, parti içi siyaseti kurcalamaması ve yürütmenin diğer kurumlarına müdahale etmemesiydi. Bu Erdoğan'ın beklentisiydi. Dışarıdan bakıldığında da öyle bir aksiyon tarzı bekleniyordu. Ama Davutoğlu beklenmeyecek kadar cesur bir şekilde mevzuya tüm yönleriyle müdahil oldu. Sadece yürütmede değil Ak Parti içinde de kontrolü eline almak için agresif siyasi operasyonlara girişti. Erdoğan'ın çok güçlü olmadığı dış siyasette bu numaraları yedirebiliyordu, ama duayen olduğu iç siyasette anında foyası ortaya çıktı.



Her ne kadar Davutoğlu'nu bazı konularda ağır eleştirsem de saygıyı hak eden güzel hasletlerini de vurgulamayı ihmal etmemek gerekir. Bir kere siyasette ve bürokraside pek çok kişinin zaafiyet gösterdiği kadın ve para konusunda Ahmet Hoca taş gibi sağlamdır. Hakkında ne kadın, ne de yolsuzluk konusunda en ufak bir şaibe yoktur. Ben de dahil onu tanıyan herkes bu konularda kendisine kefil olacaktır. Milletine, ülkesine, müslümanlara hizmet etme konusundaki iyi niyetinden de zerre kadar şüphem yok. Vatansever, imanlı bir abimiz. Başbakan olduğunda bürokraside ve siyasetteki yolsuzluklara son verebilmek için bayağı bir mücadele verdiğini biliyoruz. Birçok bürokratı değiştirmek istemesi, bazı bürokratların atamalarını imzalamaması bu sebepten.  Nasıl dış siyasette idealistliğinden kaynaklanan naifliği varsa, iç siyasette de Türk siyasetinin dinamiklerini bilmemekten kaynaklanan acemiliği yüzünden, kısa sürede parti içinde şimşekleri üzerine çekti. Parti içi muhalefet de Erdoğan'a gerekli bilgilendirmeleri (belki yanlı bazen tarafsız) yaparak Hoca'nın ipini çekti.

Bütün bu olaylarda Hoca'nın hiç suçu yok muydu? Vardı tabi. Hele hele engelleyemediği hırsları yüzünden o kadar vahim bir hata yaptı ki yenilir yutulur cinsten değil. Zaten daha ilk aylarda Hoca'yla yürüyemeyeceğini anlamıştı Erdoğan. Ama daha yeni göreve atadığı bir adamı görevden almak siyaseten hanesine negatif puan olarak yazılacaktı. Sabredecekti, ta ki bıçak kemiğe dayanana kadar.


Yazının devamı için tıklayınız.

Free counters!

Yorumlar