Söz Uçar da, Nereye?
Korkuyordum. Ya yanlış bir şeyler karalarsam ve birileri
okuyup, yanlış fikirlerimle zehirlenirlerse diye. Ne de olsa “söz uçar yazı
kalır”dı. Vebaline nasıl katlanırdım? Yıllarca uzak durdum yazmaktan. Fakat bir
gün sözün gücünü fark ettim ve yazının çok daha masum olduğuna kanaat getirdim.
Bir insan fikirlerini karşısındakine beyan ederken ses
tonuyla, mimikleriyle, jestleriyle etkili bir sunum yapar. Hele ki ses tonu ve
diksiyonu düzgünse, beden dilini iyi kullanıyorsa, bir de konuşmasını kıvamında
bir teganni ile bezeyebiliyorsa, kelimeler büyülü bir ahenkle ruhunuzu sarmalar
ve siz daha ne olduğunu anlamadan konuşmacı, zihninizin derinliklerine mahir
bir mühendis edasıyla kendi tasarladığı fikirler yumağını yerleştiriverir. Bu yüzden belagat ehli insanlar toplumsal
dinamikleri belirlemede sarsıcı etkiye sahiptirler.
Eski dostlarımla muhabbet ederken “Bana bir keresinde şöyle
demiştin, hiç unutamam”, “Senin bir sözüne uydum, dünyam karardı” veya “O gün
senden duyduğum şeyi herkese anlatıyorum” türünden açıklamalar duydukça,
sözlerin ne kadar etkili olduğunu idrak etmeye başladım. Oysa söylediklerim,
arkadaşça bir muhabbet esnasında büyük oranda o an aklıma gelen, uluorta,
frensiz, kontrolsüzce zikredilmiş
cümlelerdi. Söylediklerimin çoğunu unutmuştum, arkadaşlarım söyleyince
hatırladım. Bazılarını hiç hatırlayamadım bile. Sonra geriye doğru düşündüm ve fark
ettim ki, benim dünya algılarımın ve karakterimin oluşmasında, konuşmalarıyla menfi/müspet
etkisi olan yüzlerce insan gelmiş geçmiş hayatımdan. Biriyle konuşmak ona
yazınızı okutmaktan kat be kat etkili. Bir insan yazı yazmaktan imtina ediyorsa,
konuşmaktan da sakınmalıymış meğer. Ya da mottomuzu tersten okursak; konuşmamayı başaramıyorsan, yazmaktan da
korkma.
Mevlana “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin
anladığı kadardır” derken kendi mecrasında anlamlı bir tespitte bulunmuşsa da, bunun
derecesi yazarken ve konuşurken farklı nispetlerde tezahür bulur. Zira bir
konuşmacının genel manada anlatmak istedikleriyle karşısındakinin anladıkları
arasındaki fark büyük olmaz. Karşısındakinin anlamadığı/yanlış anladığı yerleri
sorma fırsatı da bulunur. Veya karşısındakinin hal ve tavrından tam
anlamadığını kestirip daha ayrıntılı açıklamalarla söylemek istediğini
pekiştirebilir. Oysaki yazı monologdur, anlatacağın şeyin anlaşılabilmesi kaleminin
kudretine bakar.
Peygamberimiz bir hadis-i şerifte ne buyuruyor: "Kim
Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, ya hayır söylesin yahut sussun"
(Buhari). Bu konuştuğumuz kelamın ne kadar tehlikeli bir silah olduğunu yeterince
açıklayan bir uyarı. Bu düsturu günlük hayatımda fazlasıyla ihlal ettiğimiz
apaçık ortada. Hal böyleyken susamayıp/susmayıp bir taraftan da yazmaktan
çekinmek ironik bir çelişki olmaktan öteye geçemez. Sözün gücüyle alakalı güçlü
bir vurgu için bir de Yunus Emre’ye kulak verelim.
Söz kılar kayguyu şad söz kılar bilişi yad
Eğer horluk eğer izzet her kişiye sözden gelir
Eğer horluk eğer izzet her kişiye sözden gelir
Kelimeler hazinenizdir,
bu münasebetle nasıl sarf edeceğinize özen göstermeniz gerekir. Alman filozof Wittgenstein
“Algıladığımız
dünya, seçtiğimiz kelimelerle tanımlanır ve anlamlandırılır. Özetle, dünya biz nasıl
inşa ettiysek öyle bir şeydir” derken tam da buraya parmak basmaktadır. Üstelik
kelimelerimizle kendi dünyamızdan çok başkalarının dünyasını inşa ederiz. Şüphesiz
bu sadece konuşma için değil, aynı oranda yazma için de geçerlidir. Gelin görün
ki yazı yazarken çokça tartar, kelimeleri itinayla seçmeye çabalarsınız. Kelamınızı
piyasaya sürmek için bolca vaktiniz mevcuttur. Kesip kırpar, ekler çıkarır,
redakte eder ve artık yeteneğiniz nereye kadar yettiyse mümkün olduğunca güzel
bir kelimeler dizini bina edersiniz. Yazdıklarınız, size sözlerinize göre çok
daha ağır bir mesuliyet yükler. Bu mesuliyet sanıldığı gibi birilerine yanlış
fikirler zerk etmekten daha çok, muhataplarınızın sizi hesaba çekme
garantisinden kaynaklanır. Yazı kalıcıdır ve sizin için her an aleyhte şahitlik
yapacak potansiyeli taşımaktadır. Tam da bu gerekçeyle yazıların içerikleri genelde
fena da değildir. Tabi gündeme dair günübirlik yazı yazanları bu tanımın
dışında tutmak gerekiyor.
Bir hipoteze göre konuşulan hiçbir ses evrende kaybolmuyormuş.
Bu hipotezin doğru olduğunu varsayarsak ve gelecekte bu sesleri ortaya çıkarıp
ifşa edecek makinalar icat edilirse, neler neler olur bir hayal edin. Yeterince
ürkütücü bir senaryo. Nükleer silah kullanılması kadar tahribata yol açabilecek
bir vaka.
Son dönemde oldukça gelişen ve ucuzlayan video teknolojileri
münasebetiyle sözlerin bağlayıcılığı ve delil olma özellikleri büyük oranda
artmışsa da hala sarf edilen/kayıt
altına alınan söz oranı bir hayli düşük seviyededir. Sözlerimiz hala büyük
nispette semada uçuşuyor. Bir kulaktan öbür kulağa geçerken kim bilir kimlerin
hayatında nasıl etkileri oluyor? Dahası, böylesi kontrol edilemez tehlikeli bir
aygıt olarak sözler, kişiler arası geçişler sırasında da metamorfoza uğrayarak
tam anlamıyla serseri birer kurşuna dönüşebilirler.
Şöyle bir düşünün. Bir insanı bir meseleye ikna etmek
istediğinizde ilk aklınıza gelecek şey onunla yüz yüze görüşmek değil midir?
Buna fırsatınız yoksa telefonla şansınızı denersiniz. Konuşmak da mümkün
değilse en son çare olarak yazıyla ikna etme yoluna gidersiniz. Bu da aslında
iletişim güçleri bakımından iletişim formlarının hiyerarşisi hakkında bize bir
fikir sunar.
Çağ değişiyor ve iletişim formlarımız da ona paralel olarak
değişiyor. Eski zamanlarda sadece yüz yüze konuşmak vardı. Yani en kadim ve
etkili yöntemi kullanıyorduk, ama bu iletişimin zayıf karnı aynı mekanı
paylaşma zorunluluğuydu. Yazı bulundu ve uzaktan iletişim çağı başladı, belki
konuşmak kadar etkili değildi ama insanları mekan prangasından azad etti. Yazı
çoğunlukla tek taraflıdır ve şayet diyalog istenirse çok uzun vakitler
gerekmektedir. Telefonun icadıyla yüz yüze olmayan, ama hızlı ve karşılıklı
iletişim fırsatı sunan bir çağa girdik. Son 20 yılda ise iş çığırından çıktı. İletişimin
nereye nasıl evrileceğini öngöremediğimiz gibi, yeni formlara tam manasıyla adapte
olup olamayacağımızı da bilemiyoruz. İletişim sayımız eskisine nazaran fersah fersah
artmış durumda. Diğer yandan iletişim kazalarımızın oranı da gözle görülür
oranda yükseldi. Bu, modern dönemlerin kronik problemi olarak gündemimimizi sık
sık meşgul edecek. Fırsat bulunca bu konuda da sosyal ve psikolojik arka
planları içeren yazılar yazmayı planlıyorum.
Yazının söze göre masumiyetine vurgu yaparken şunları duyar
gibi oluyorum. “Bir kitap okudum hayatım değişti”, “O yazıyı okuduktan sonra
tam görüşlerim tersi yönde değişti” diyenler boşuna mı konuşuyor yani? Cemal
Süreya’nın “1944 yılında Dostoyevski okudum, o gün bugündür huzurum yoktur”
demesi öylesine midir? Değil elbette. Yazıların, kitapların da karşımızdakine
önemli tesirleri olabilir. Hatta okumayı sohbete daha çok tercih edenlerde
yazıdan etkilenme katsayısı sözdekinden daha yüksek de olabilir. Ama okuyan
insan az. Okuyanlar arasında, algılarını yazı içeriklerine daha duyarlı
seviyeye taşıyabilen sayısı iyice az. Diğer taraftan söylenen/işitttiğimiz söz
sayısı kaleme alınan/okuduğumuz yazı sayısına göre binlerce kat fazla.
Hasılı kelam yazmaktan çekinmeyin. Özellikle de gençlerin
yazmaya yönelmesi çok isabetli olur. Tabi yazma derken sosyal medya
yazışmalarından bahsetmiyorum. Hatta değerli vakitlerini o yazışmalara
harcayarak kendilerini heba ediyorlar. Çocukluğumuzda şöhret bulmuş bir slogan
vardı: “Haydi çocuklar, aşıya.” Bu slogandan mülhem bir slogan da ben üretip
yazımı bitireyim. “Haydi gençler, yazıya”.
Göreceksiniz, yazdıklarınız konuştuklarınızdan çok daha rafine olacaktır.
NOT: Yazımı gözden geçirirken çok sayıda epigraf kullandığımı
fark ettim, bilerek/isteyerek kullanmadım, öyle denk geldi. Sık sık epigrafa
sığınmanın bir konuşmacı veya yazar için acziyet ihtiva ettiğini
düşünenlerdenim. Cem Yılmaz “10 derste Anadolu Rock” isimli parodisinde Anadolu
Rock güftelerinde sıkça eski ozanlara göndermeler yapılmasını “Hadi bana inanmıyorsun,
bak Dadaloğlu, bak Karacaoğlan…” diyerek inceden inceye hicveden manidar bir gösteriye
imza atmıştı. Bir de böyle çok sayıda yazar ve düşünürden alıntı yapmanın entelektüel
bir havası vardır. Yani zımnen “Ben çok okudum, öğrendim bak kimlerden kimlerden
alıntılar yapabiliyorum” diyerek okuyucu/dinleyicide saygınlık uyandırmanın
etkin bir yoludur. Hele hele kimsenin duymadığı isimlerden alıntı yaparsanız
tadından yenmez. Karşınızdakine “Senden o kadar yukarıdayım, o kadar fantastik
dünyalarda geziyorum ki itiraz etme, önümde diz çök, sadece dinle ve öğren”
demenin artistik formudur. Entelektüel gayreti olan birçok isim bu yazdıklarıma
öfkeyle itiraz edecekler belki. Ben de “Hadi oradan” diyorum kendilerine, “Başkasının
bahçesinden çalıp getirdiğin haram meyveleri istemiyorum. Kendine ait neyin var
heybende, sen onlardan haber ver”.
İlginizi çekebilecek diğer yazılar:
İkna etmek etkisi bakımından sıralama olarak
YanıtlaSil1.Yüz yüze konuşmak
2.telefonla
3.yazıyla
bu sıralamayı insanları çoğu bilmiyor. Birçok kişi yazıyı seçiyor en basitinden sıkıcı Whatsapp konuşmaları nedeni ne acaba.?