Zorunlu ve Sorunlu Lükslerimiz


Karl Marx, Endüstri Devrimi sonrası çılgın bir emek sömürüsüne maruz kalan ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri bulunmayan işçi sınıfına birleşmelerini haykırdığında, o güne dek işleri tıkırında giden sermayedarları karabasanlar sarmıştı. Proleter örgütlenmeler ve ayaklanmalar kapitalist sistemleri silkelerken, mavi yakalılar burjuvanın geleceğe matuf pembe hayallerini mora çevirmeye başlıyordu.


Burjuvanın kafası iyi çalışır. Zaten onlar değil miydi allem edip kallem edip aristokrasinin onlarca asırlık feodal sistemlerini, ruhban sınıfının mistik saltanatlarını deviren? İşçi sınıfının başlarına bela olacağını anlayınca işçilerin gerçek zincirlerini kırıp yerlerine sanal zincirler ikame ettiler ve bu aşı sihirli bir şekilde tuttu; İşçileri gettoların kırık dökük gecekondularından daha yaşanabilir işçi konutlarına taşıdılar. Mütevazı binek otomobillerle kısmi konfor sundular. Bu değişim ezilen sınıfların “Kalu Bela”sı oldu. Artık işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri vardı ve isyan etmek için on kere düşüneceklerdi. Sadece işçiler değil sermayedarlar hariç hemen her kesim için isyana sevk eden zoraki kölelikten, sunulan kısmi konfordan vazgeçemeyenlerin gönüllü köleliğine geçişi bu şekilde oldu.

Herkes rolünü iyice benimsemişti. Burjuva işçiyi fazla kırbaçlamıyor, işçi de sistemin çarkına sabotları* sokmuyordu. Fakat yeni teknolojik gelişmeler daha az emekle daha fazla ürün üretmeye fırsat tanıyınca, bu sefer de arz fazlası sermayenin başını ağrıtmaya başladı. Tabi hemen çaresini buldular. Daha uygun fiyatlar ve reklam kampanyalarıyla alt sınıflarda yeni talepler oluşturuldu. Yüz yıl gibi insanlık tarihi için çok kısa sayılacak bir sürede dünya nüfusunun büyük kısmı hayat eksenini tüketme, daha fazla tüketme üzerine oturtmuş bir kalabalığa dönüşüverdi.


Günümüzün çokça tartışılan tüketim bağımlılığını, temel doktrinleri tevazu, paylaşım, diğerkâmlık, nefis terbiyesi gibi ihtiyaç fazlası tüketimle taban tabana zıt İslam felsefesi çerçevesinde değerlendirmeye alalım. Tam burada tüketim alışkanlıklarını ifrat-tefrit aralığında veya israf-ihtiyaç ayrımında masaya yatırmamız gerekiyor. Evet, hunharca tüketiyoruz. Ama bir sorun bakalım niye tüketiyoruz. Soralım o zaman; Bugün satın aldığımız ürün veya hizmetlerin ne kadarı ihtiyaç, ne kadarı israf kategorisine girer? Bir lokma bir hırka felsefesiyle bir münzevi gibi mi, yoksa Allah’ın verdiği nimetlerin hakkını sonuna kadar vererek güçlü ve muktedir bir Müslüman gibi mi yaşamalıyız? Zor sorular. Üstelik herkesin yaşadığı kültürel ve ekonomik sosyal çevreye göre güçlü argümanlarla desteklenecek farklı bakış açıları mevcut.

Başka bir soru daha sorarak konuya baştan ele alalım: Kendinizi ekonomik olarak sınıflandırsanız nereye koyarsınız? Bu soruya çok zenginden çok fakire kadar belki beş altı ayrı kategoride cevaplar gelecektir. Bize matuf olan bu soruyu Somali’deki insanlara sorsanız, yani “Türkiye’deki insanların ekonomik durumları nasıldır?” deseniz tek cevap alırsınız; gayet zenginler. Aslında doğru cevap da bu. Bu ülkede istisnaları saymazsak kimse aç değil, herkesin sığınacağı bir evi var, ücretsiz eğitim ve hastalandıklarında profesyonel bir tedavi alabiliyorlar. Bunlara sahip bir insan yeterince zengindir. Türkiye bazında düşünürsek, rahatlıkla “isyan ettirecek kadar fakirlik yok, ama azdıracak kadar zenginlik var” diyebiliriz. Çünkü İslami literatürde dillendirilen fakirlik bizim hiç tecrübe etmediğimiz bir olgu.

Temel ihtiyaçlarımızın karşılanıyor olmasına o kadar alışkınız ki bunu bir zenginlik olarak görmüyoruz. Oysa yakın tarihimizde bile insanların temel ihtiyaçlarının karşılanamadığı çok zamanlar oldu. Kaldı ki halihazırda her yıl sadece açlıktan yaklaşık 7,5 milyon insan ölüyor ve bunların çoğu çocuk. Hala zengin olduğunuza kani olmadıysanız, her yıl yeterli sağlık hizmeti alamadığı için ölen milyonlarca insanı da listeye ekleyebiliriz.

İlk sorularımıza dönüp cevaplarsak temel ihtiyaçlarımızı karşılamakla ilgili bir sıkıntımız olmadığı kesin. Pekala mesela mütevazı bir araba yerine pahalı bir arabaya binmeyi tercih etmek israf mıdır? Pahalı araba ucuz arabadan farklı ve avantajlı özelliklere sahipse, örneğin daha güvenliyse veya daha az yakıyorsa neden israf olsun ki? Bir ara Erol Yarar ve İhsan Eliaçık arasında bu minvalde şiddetli tartışmalar izlemiştik. Eliaçık bir Müslümanın lüks otomobillere binmesinin, pahalı elbiseler giymesinin doğru olmadığını savunurken, Yarar da “zekatını verdikten sonra kalan parasını istediği gibi harcayabilir” şeklinde açıklamalarla karşı çıkıyordu. Aslında Eliaçık herkesi takva olmak gibi ütopik bir satha çekmeye çalışırken, Yarar fetvanın sınırlarını sonuna kadar zorlama hakkını savunuyordu. İnsanlar İslam’daki takva-fetva çizgisinde farklı tercihlerde bulunabilirler.  Şimdilerde böyle birileri kaldı mı bilmiyorum ama, araba alabilecek gücü varken bunu infak edip toplu taşımayla seyahat edecek kadar takva birine elbette derin bir saygı duyarız. Fakat fetva dairesinde harcama yapan birini kınamaya hakkımız olmadığını bilelim.


İnsanları değerlendirirken yaşadıkları sosyal çevreden bağımsız değerlendirirsek hataya düşeriz. Hiçbir çocuğun bisikletinin olmadığı bir köyde bir babanın hanesinin yemeğinden kısıp çocuğuna bisiklet alması israf olabilecekken, başka bir babanın her çocuğun bisikletinin olduğu bir semtte maddi imkanları müsaitken israf olur korkusuyla çocuğuna bisiklet almaması zulüm olabilir. Kabul edelim, hepimiz sosyal ilişkilerimizin inşa ettiği kişilikleriz. Bu sebeple ihtiyaçlarımızda da görecelilik ilkesi önem kazanıyor. Yüzlerce eleman çalıştıran bir sanayiciyi görkemli bir villada oturuyor veya lüks bir otomobile biniyor diye eleştirirken dikkatli olmak lazım. Bulunduğu sosyal çevre, ait olduğu cemiyetler ve hatta iş dünyasında kendisine gerekli olan imaj çerçevesinde değerlendirirsek, bize israf veya lüks gelen bazı harcamaların aslında mezkur sanayici için zaruret olduğunu bile görebiliriz. Gençlerin veya parasız insanların varlıklı insanlara yönelik bu türden eleştirilerini artık ciddiye almaktan vazgeçtim. Çünkü aynı kişilerin ekonomik seviyeleri arttığında, zengin insanların harcama alışkanlıklarını hızlı bir şekilde benimsediklerine defalarca şahit oldum. Aslında zenginlere bunca eleştiri, kimi zaman hakaret içeren nitelemelerde bulunan kişiler bunu bariz bir şekilde kıskançlıktan yapıyor. Bir nevi “neden benim değil de onun çok parası var” isyanı. Bu satırları okurken benim zengin biri olduğumu düşünenler için, şu koca dünyada tek dikili taşım olmadığını da not düşeyim.

Kapitalistlerin insanlığın kalan kısmı üzerindeki hegemonyasını sürdürmek ve kendi çıkarlarını maksimize etmek için kurduğu bu çarka karşı elbette itirazlarımız ve muhkem bir savunma refleksimiz olmalı. Dahası bunun İslam dünyasının önünde duran ve henüz çözümüne dair hiçbir aklı başında yaklaşım sunulamayan devasa bir mesele olduğunu düşünüyorum. Uygarlık tarihinde hiçbir medeniyet kapitalist araçlarla bezenmiş modern Batı medeniyeti gibi diğer medeniyetleri bu kadar kısa sürede bu kadar yoğun dejenere etmemişti. İslam dünyası da doğrudan omurgasına aldığı darbeyle muvazenesini kaybetmiş durumda. Bugün önümüze nimet olarak sunulan ve kendimizi satın almaktan alıkoyamadığımız mal ve hizmetleri yok sayarak da bir yere varmamız mümkün değil. Evet kapitalizme öfkeliyiz, ama hepimize konfor ve daha yaşanabilir bir hayat sunan yeniliklerin çok büyük bir kısmının kapitalist akılca dizayn edilmiş bilim ve teknolojinin sayesinde geliştirilmiş olduğunun da hakkını vermemiz gerekiyor.

Şimdilerde, tarihteki en kudretli imparator, padişah, satrap, han veya kralların dahi tatmadığı dünya nimetlerine, lükse, konfora kapitalizm sayesinde ulaştık. Senin her gün keyifle yudumladığın kahveyi Sezar hiç tadamadı. Sen 3 saatte yumuşacık koltuğunda, klimalı aracında İstanbul’dan Edirne’ye gidebilirken, aynı yolu kat etmek için Muhteşem Süleyman at sırtında günlerce eziyet çekiyordu. Yazın ortasında kenar mahallelerdeki çocukların bile zevkle yalayabildiği dondurmanın tadını Cengiz Han asla bilmedi. Böyle binlerce örnek verebiliriz. Krallara layık bir hayat yaşıyoruz desek yalan olmaz. Gerçekçi olalım, bu konfora en iradeli, en takva insanlar bile bir yere kadar direnebilir. Hal böyleyken ve meta fetişizmi bütün ruhumuzu sarmalamışken insanlara “az harcayın, israf etmeyin, kapitalist tüketim alışkanlıklarına teslim olmayın” şeklinde klişeleşmiş ve artık bir farkındalık bile uyandırmayan sözler söylemek beyhude bir gürültüden öteye geçmeyecektir. Kaldı ki bu telkinleri yapan kanaat önderlerimiz, yüksek bürokratlarımız ve camaat liderlerimizin bizzat kendileri gırtlaklarına kadar lüks içinde yaşıyorlar. Bu halleriyle kimi ikna edecekler?


Hasılı, modern dünyada tüketim engellenebilir bir aksiyon değil, kazanamayacağımız  bir savaşa girmenin alemi de yok. Belki tüketimi rasyonel bir çizgide tutmayı ve kontrol etmeyi başarabiliriz, hedefimiz de bu olmalı. Bu da formel veya informel eğitim enstrümanlarıyla nesillerimize kazandıracağımız bazı değerler üzerinden sağlanabilir (iyimser bir varsayım). Madem tüketimi engelleyemiyoruz o halde ne yapmalıyız sorusuna düşünüp bulabildiğim önerileri sıralayarak yazımı tamamlamak istiyorum. Bir insan tükettiğinden fazlasını üretebildiği müddetçe tüketme hakkına sahip. Bu dengeyi gözetebilirseniz bu yolla tüketiminizi de yönetebilirsiniz. Bir yandan, nefsinizin hazlarının size ihtiyacınız olmayan şeyleri ihtiyaçmış gibi sunmaması için sürekli bir iç muhasebe yapmanız gerekiyor. Son olarak kesenizin, dünyada yokluk ve eziyet çeken milyarlarca insan için genişçe bir cebe sahip olması hayrınıza olacaktır. Vermek, alan için değil daha çok veren için nimettir. Netice-i kelam, genel sorun gibi görülen tüketim çılgınlığının, bizzat kendi içimizde halletmemiz gereken kişisel bir mesele olduğunu idrak etmeden bir yere varamayız.
---------------------------------

*sabot: 16. asırda Hollandalı dokuma işçilerin giydikleri tahta ayakkabılar. İşverenlere isyan edip bu ayakkabılarla dokuma tezgahlarını parçalamışlar ve bu olay sabotaj kelimesinin literatüre girmesine neden olmuştur.



Free counters!

İlginizi çekebilecek diğer yazılar:

Yorumlar