İnsan Önemlidir
Sergüzeştçi bir liseli olduğum dönemlerde, amansızca ruhumu
kemiren bir girdabın içerisine düşmüştüm. Hemen her gencin yaptığı gibi, içinde
bulunduğum arkadaş gruplarının yücelttiği ikonlara ram olmuştum ve bu durum
kendime olan saygımı gün be gün soğuruyordu. Bu güçlü rüzgarlar, kırılgan bir
yaprak gibi oradan oraya şuursuzca savrduğu benliğimi, bir kene edasıyla kanını
emdiği şahsiyetimi çer çöple beraber önüne katarak, sonu hiç de hayırlı
görünmeyen karanlık bir dehlize doğru süpürüyordu. Süperegonun asit yağmurları
altında erimeye yüz tutmuştum. Bir nevi “olmak yahut yok olmak” gibi çetin bir
sınavın arifesindeydim.
Ya beni hızla içine çeken bataklığın içerisine bırakacak,
boğulacak ve yaşar”mış” gibi davranacaktım. Ya da ne yapıp edip kendimi kıyıya
atacaktım. Şansım yaver gitmiş, şartlar öyle gelişmiş ve 6 m2’lik küçük bir
odada 6 ay boyunca yalnızlığı yaşama şansı yakalamıştım. Georges Mustaki’nin
bir şarkısında “Ben yalnızlığımla asla yalnız değilim” dediği gibi, kendim ve
ben uzunca bir süre baş başa kaldık. Baya bir zor oldu, ama nihayet cesaret
edip, uzun zamandır keskinleştirmekle uğraştığım hançerimi böğrüme sapladım.
Sabırla ruhumda nasır bağlamış yaraları temizledim, benliğimi yıpratan irinleri
akıttım. Açıkçası her şeyi temizlemek mümkün değildi. Bazı zehirler dokulara
kadar sızmıştı. Şimdilik bu kadarı da bana yetmişti doğrusu. Odadan çıkarken
bir yaban atı kadar özgür hissediyordum kendimi.
Hissetmek ve yaşamak apayrı şeyler. İnsanlar arasına
karışınca yine akıntıya kapılıp, kara deliğe sürüklenmekten ürkerek adım attım
sokağa. Kendimi toplumsal baskıya dirençli hale getirebilmek için küçük
antrenmanlar keşfetmiştim. Yeni kimliğimi berkitebilmek için sahada bunları
sıkça uyguladım. İnsanların bakışları, uyarıları, kınamaları kar etmez,
korkutamaz hale gelince kendime güvenim oturmaya başladı. Ve bu sürecin sonunda
inandığım bir gerekçe için, tüm dünyayı karşıma alacak kadar gözü dönmüş bir
canavara evrilmiştim.
Üniversiteye işte tam bu ruh haliyle başladım. Bu kadar
özgüven, bunca çılgın ve sıra dışı reaksiyonlar, fazla cesur ve anormal
davranışlar, kısa sürede adımı “deli”ye çıkardı. Doğrusu hiç şikayetçi değildim
ve hatta bana tarifsiz bir keyif veriyordu. Deli değil delişmen olduğumu
düşünüyordum. Sadece konuşmalarımla değil, kılığım kıyafetim, saçım sakalımla
da iyice yoldan çıkmış bir serseriydim artık.
Bu ahval içerisinde rahmetli babamın bir arkadaşını ziyarete
gittim. Laleli’de esnaflık yapan bu amca, beni her şeye rağmen muhabbetle
karşıladı. Normalde benim gibi bir tipi sokağına sokmaz, kürekle kovalardı. Ama
hatıralar, hatırlar galebe çalmıştı. Babamla ta çocukluktan arkadaştı. Anılar
döküldü sahneye, ardından gözyaşları. Duygusal seans bitmeye yüz tutup, yavaş
yavaş karakteri aslına rücu edince, kendisinden hiç beklenmeyecek bir
nezaketle, belki de ilk andan beri içini kemiren o mevzuda uyarısını yaptı. “Ya
sana bir şey diyeceğim. Saçına sakalına, kıyafetine dikkat etsen güzel olmaz
mı? İnsanlar görürse ne der sonra?”
Adam kendisine göre dibine kadar haklıydı. En tiki
ortamlarda bile marjinal karşılanabilecek bir görüntüm vardı. Üstelik bu
delikanlı çok sevdiği, hatırasına hürmet göstermekten kendisini alıkoyamadığı
kadim bir dostunun oğluydu. Tipik muhafazakar Karadenizli refleksiyle, içini
acıtan bu manzaraya neşter vurmak istemişti. Oysa benim cenahımda mevzu
bambaşka bir eksende seyrediyordu. İyi niyet ve merhamet içeren amcanın bu
uyarısı, özellikle de “İnsanlar ne der sonra?” lafı benim tam bam telime
basmaya yetmişti. Yıllardır benliğimi prangalarla zindanda tutmuş, kurtulmak
için canımı dişime taktığım “İnsanlar ne der?” korkusuna büyük öfke
besliyordum. Yaşına başına aldırış etmeden bu munis amcaya adeta kükreyerek
cevabımı yapıştırdım: “Bana ne insanlardan, kimin ne dediği, ne düşündüğü
umurumda değil. Ben hayatımı insanların keyfine göre planlamayacak kadar hür
bir insanım”.
Evet, manifestomu yapmış, kendime göre amcanın itirazını
paketleyip sepete atmıştım. Bu amca sadece okuma yazması olan, onu da sonradan
(muhtemelen askerde) öğrenmiş, bir ilkokul diploması varsa, onu da sonradan
sınavlara girerek almış tipik mütevazı Anadolu insanıydı. Kendimi gençliğimle,
eğitim seviyemle, zekamla bu amcadan çok daha gelişmiş ve üstün buluyordum.
Zafer kazanmış bir kumandan edasıyla gözlerinin içine baktım. Gardımı bile almayacak
kadar küstah bir ruh iklimindeydim ki, burnumun tam ortasına kuvvetli bir
yumruk yerleştirircesine bana şöyle dedi: “Bir düşün. Yollarıyla, köprüleriyle,
iş yerleriyle, evleriyle bütün İstanbul senin olsun, ama içinde hiç insan olmasın,
ister miydin?”
O bana soruyu sorarken, ben de konsantre bir şekilde
dediklerini tahayyül etmeye çalışıyordum. Sokaklarında kimsenin dolaşmadığı,
evlerinde kimsenin yaşamadığı İstanbul’u hayal ederken ürpermiş, ruhuma
hafakanlar basmıştı. Psikolojim yüzüme de yansımış olacak ki, baba dostum
sessizce şu kısa cevabı terennüm etti: “İnsan önemlidir”. Başka bir ortamda bir
arkadaşım bu cümleyi söylese basit bir cümle olduğuna hükmeder, dahası dalga
bile geçebilirdim. Ama orada beyin kıvrımlarıma vurduğum manasız bir kilidi
açıp, ruhumu sürklase edecek kadar vurmuştu beni. Dükkanın ortasında, kavanoza
tıkılmış bir züppe ezmesi gibi kalakalmıştım.
Daha önce cahil diye yaftalanan bu türden insanların
içlerinde nasıl bir cevher barındırdıklarını anlatan bir yazı yazmıştım (Bkz
Cahilliğe Methiye). O yazıda bu tür insanların hayatı nasıl bir irfanla süzüp,
özütünü sunduklarına değinmiştim. Başka bir yazımda da sözlerin sihirli
etkilerini kaleme almıştım (Bkz Söz Uçar da, Nereye?). Dışarıya, bu cahil(!)
amcanın o iki kelimelik sözünü kulağıma küpe olarak takmış halde çıkıyordum.
İmajımda bir küpem eksikti doğrusu, o da tamamlanmıştı. Ama bu küpe diğer tüm
aksesuarlarımın kontrol amiri olarak ömür boyu kalacak bir küpeydi.
Bir süre sonra bana o altın nasihati veren amca da vefat etti. Bu vesileyle hem babamı,
hem de dostu olan o amcayı rahmetle yad ediyorum.
Yalnız kalmaktan bahis açtığım bu yazı esnasında Twitter’da
önüme Analitik Psikoloji’nin kurucusu Carl Gustav Jung’un şöyle bir tespiti
düştü: “Yalnızlık insanın çevresinde insan olmaması demek
değildir. İnsan, önemsediği şeyleri başkalarına aktaramadığı zaman veya
başkalarının imkansız olduğunu düşündüğü fikirlere sahip olduğu zaman kendini
yalnız hisseder”. Bazen tesadüflerin derin anlamları olur. Bu söz de burada dursun.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil