Çayna, Çayna, Çaynaaa!

Çin medeniyeti Mezopotamya, Mısır ve Hint medeniyetlerinden sonra dünya tarihine damga vurmuş dördüncü kadim medeniyettir. Kağıt, barut, ipek, el arabası, pusula, uçurtma, sismograf gibi teknik icatlarının yanı sıra sosyal örgütlenme, insan kaynak analizleri, felsefe, kent planlaması gibi pek çok beşeri konuda da dünyaya yön vermiş bir uygarlık. Mimariden kaligrafiye, yemek çeşitlerinden eğlenme yöntemlerine kadar bizim alışageldiğimiz kültürden hayli farklı bir yaşam döngüsüne sahipler. Bunun doğal uzantısı olarak zihin yapılarının ve mefhumları algılama yöntemlerinin bizden çok daha değişik olduğunu söyleyebiliriz. Biz derken sadece Türkiye’den bahsetmiyorum, dünyanın geri kalanından söz ediyorum.

Mevcut kültürlere göz atarsak bunların arasındaki değişimin tedrici olduğunu görürüz . Arap beyteni, Türk pidesi, Yunan pitası ve İtalyan pizzası (okunuşu pitza) bunun güzel örneklerinden biridir. Hem lezzetleri hem isimleri yakın ama yine de birbirinden farklıdır. Oysa Çin ve Güneydoğu Asya’daki kültürün bırakın bizi, coğrafi olarak bölgeye komşu olan Rus ve Hint medeniyetiyle bile ortak paydasının çok az olduğunu görürsünüz. Bunun güçlü tarihi, coğrafi, genetik ve demografik gerekçeleri bulunur.  Aşağıdaki fiziki haritaya bakarsanız  Çin’in batısı boyunca uzanan Himalaya yükseltilerinin neredeyse kıyıya kadar devam ettiğini ve Bangladeş’ten itibaren Çin ve civar ülkeleri batıdan ayırdığını görebilirsiniz. Ayrıca batı ve kuzeydeki büyük Orta Asya çölleri (Gobi ve Taklamakan) ve Sibirya da batıyla irtibatını büyük oranda kesen doğal coğrafi bariyerler olarak karşımıza çıkar. Doğusunda uzanan devasa Büyük Okyanus zaten yakın tarihe kadar sonsuz bir bilinmezler deryasıydı.


Diğer taraftan Uzak Asya’nın doğal kaynakları ve insan sayısı bir medeniyet inşa edecek kadar boldu. Orta Asya’nın henüz çölleşmediği ve nüfusunun yoğun olduğu zamanlarda Türk ve Moğol medeniyetleriyle bir oranda sosyal temasları olmuş. Ancak sürekli gerilim içeren bu ilişki de ciddi bir kaynaşma tesis etmemişti. Zaten Çin bu ilişkiden mutlu da değildi, Çin Seddi’ni gene bu sebeple yapmışlardı. Yine de Çin’in Türk ve Moğol halklarıyla ilişkisi kesinlikle Hint havzasından daha güçlüydü. Bunu insan fenotiplerinden, dil bağlantılarından çıkarabiliriz. Himalayalar o kadar güçlü bir bariyerdi ki, Hint ve Çin kültürel alışverişini yok denecek kadar az seviyede tutmuştu.

 Sitede yayınlanan yazılardan haberdar olmak için lütfen abone olunuz.

Çinlilerin yaşadığı bölge Hindistan kadar olmasa da mümbit bir alandı ve büyük bir nüfusu besleme kapasitesine sahipti. Çin’in nüfusu beş asır önce bile yüz milyonun üzerinde seyrediyordu. Medeniyet ve nüfus arasında doğrudan paralellik bulunur. Doğal olarak dışarıdan bir yardım veya etkileşime ihtiyaç duymaksızın güçlü bir medeniyet inşası için gerekli her şeye sahiptiler ve nitekim bunu başardılar. Çin’in tarihi diğer medeniyetler gibi milletler arası mücadeleden daha çok, kendi iç çekişmelerine sahne olmuştur. Belli periyotlarla hüküm süren hanedanlar çağında yakalanan istikrar dönemlerinde bir şekilde uygarlaşma süreci adımları atılabilmiştir.

Çin tarihinde beş büyük kıtlık dönemi yaşanmış ve her birinde on milyonlarca insan açlıktan hayatını kaybetmiş. Normalde bir bölgede toprak tuzlanması veya iklime bağlı kuraklıktan kaynaklanan kıtlık yaşandığında o bölgenin halkları daha verimli yerlere göç etmeyi tercih eder. Mesela Türkler Orta Asya’dan batıya, Sümerler Mezopotamya’dan kuzeye büyük göçler vasıtasıyla hareket etmişlerdir. Biraz önce bahsettiğim coğrafi bariyerler Çinlilerin kolektif zihninde o kadar güçlü sınırlar oluşturmuş ki, Çinliler kuraklık anında göç etmeyi akıllarına getirmeyip mevcut şartlarda hayatta kalmaya çalışmışlardır. Tabi bu sancılı süreç Çin kültürüne dramatik etkilerde bulunmuş ve bugün hepimize garip veya iğrenç gelen Çin yemek kültürünün gelişmesine vesile olmuştur. Hani “zor adamı bozar” derler ya. Çinliler de kıtlık dönemlerinde ayakta kalabilmek için fare, yılan, çıyandan tüm haşerata, yarasa, maymun, pangolinden tüm vahşi hayvanlara kadar yemişler. Yetmemiş yüzyıllardır insanların yoldaşlığını yapmış kedi, köpek gibi kadim dostlarını bile yer olmuşlar. Belki onlar da ilk vakitler iğrenerek yemişlerdi, ancak bir süre sonra alışkanlık ve ağız tadı gelişmiş olacak ki bu hayvanlar mutfak kültürlerinin bir parçası haline gelmiş.


Çin kültürü derken sadece bugünkü Çin devleti sınırları içerisinde yaşayan insanları düşünmememiz lazım. Kore’den, Laos, Vietnam’a kadar geniş bir havzadan bahsediyoruz. Bu bölge kendi içinde döndüğünden dünyanın kalanından hep uzakta kalmış. Haliyle zihinlerde gizemli ve enteresan bir bölge olarak yer edinmiş. Her ne kadar İpek ve Baharat yolları üzerinden ticaret devam etmişse de sınırlı sayıda tacirin belli bölgelere erişimiyle mahdut bir ilişki kurulabilmiş. Çin’i sosyal, coğrafi ve kültürel olarak dünya gündemine taşıyan isim Marco Polo olmuş. Moğol kökenli Çin imparatoru Kubilay Han döneminde 17 yılı Çin’de olmak üzere Uzak Doğu’da 24 yıl gibi uzun bir süre geçiren Marco Polo’nun gerek yanında getirdiği eşyalar gerek anlattıkları Batı’da ciddi yankı uyandırmış. 14 yy itibarıyla Çin Avrupa’nın radarına böylelikle girmeye başlamış. Yine de Çin’in önemli bir bölge olarak gündemi işgal etmesi asırlarca süren bir süreç sonunda olmuş. Düşünün Çin Avrupa’nın gündeminden o kadar uzak ki, dünyanın doğusunun uç sınırı hep Hindistan olarak tasavvur edilmiş. Büyük İskender Hindistan’ı fethettiğinde dünyanın doğu sınırına dayandığını düşünmüş, 15 yy da bile coğrafi keşifler için yola çıkan denizcilerin nihai ereği hep Hindistan olmuş. Hatta Karayiplere ulaştıklarında Batı Hindistan’a ulaştıklarını düşünüp bölgeye West Indies demişler. Bugünden baktığımızda çok komik görünebilir. “Yüz milyonlarca insanın yaşadığı ve Hindistan’ın daha doğusunda bulunan devasa Çin havzasını nasıl yok saymışlar?” diyebilirsiniz. Ama öyle olmuş işte. Bu aslında önceki paragraflarda çerçevesini çizmeye çalıştığım Çin’in nasıl kapalı devre bir medeniyet olduğunun en iyi ispatıdır.


Batı dünyası coğrafi keşiflerin başlamasından çok sonra 19. yy’dan itibaren Çin’i hedefine almış ve iki önemli kültürün ilk ciddi yüzleşmesi de bu dönemde olmuş. Büyük mücadelelerle yükseliş yaşamış Batı kültürünün karşısında Çin direnememiş ve Batı emperyalizminin son kurbanları arasında yerini almıştır.

Burada iki ilginç tevafuğu zikretmek istiyorum. Birincisi barut. Çinlilerin keşfettiği ama havai fişek ve eğlence sektöründe kullandıkları kendi çocukları barut, Batı’yla karşılaştıklarında top gülleleri ve tüfek mermilerini uçuran bir canavar olarak karşılarına çıkmıştı. İkincisi Türkler. Yüzyıllar boyu Çinlilerin başlarına bela olan Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya göçtükten sonra Avrupa’ya dünyayı dar etmiş, Akdeniz’de hayat alanı kalmayan Avrupa coğrafi keşiflere yönelmeye mecbur kalmış ve bu istila sürecinin uzantısı olarak Çin kapılarına kadar dayanmıştı. Yani Türklerin batıya yaptığı tazyik dünya etrafında tur atarak bu sefer doğu cephesinden deniz yoluyla Çinlierin başına bela olmuş.

Batı 16. yy’dan 20. yy’a kadar dünyayı maddi olarak sömürmekle meşgul olmuştu. O dönemlerde kültürel emperyalizme ne ayıracak vakitleri ne de donanımları vardı, kendiliğinden işleyen özenti kültürel asimilasyonlar sınırlı seviyede kalmıştı. Dolayısıyla Çin Batı’nın (özelde İngiltere’nin) ilk istilasından kitlesel uyuşturucu bağımlılığını saymazsak daha çok maddi hasarla kurtulmuştu. Ancak 20. yy’dan itibaren Batı kültürel enstrümanlar üzerinden istila hareketini de portföyüne eklemiş olarak geri döndü. Japonya, Güney Kore ve Vietnam gibi ülkelerin özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası müdahalelerle kültürel erozyona maruz kaldığını görebiliyoruz. Talihin bir cilvesi olarak 2. Dünya Savaşı’nda Japonya’nın saldırısına maruz kalan ve mecburen ABD, Rusya ve İngiltere’nin safında savaşmak zorunda kalan Çin savaş bittiğinde kazananlar cephesindeki koltuğa oturmuştu (1945). Böylece Japonya’nın maruz kaldığı gibi dayatmacı bir Batı kültürü atağına duçar olmamıştı. Hemen akabinde komünist rejime geçmiş (1949) ve demir perde ülkesi hüvviyeti kazanarak sonradan Kore’nin yaşayacağı türden yumuşak kültürel emperyalizmden de kendisini koruyabilmişti. 1839 İngiliz müdahalesinden 110 yıl sonra tıpkı eski Çin gibi kapalı kültür olarak 1990’lara kadar geldi.

Bütün bunları Çin’in hala kendine ait, kadim bir kültür örgüsüne sahip olduğunu resmetmek için anlattım. Yakın zamanda, bir taraftan kültürel ögelerini korumayı bir şekilde başarmış, diğer yandan hızla büyüyen ekonomik ve askeri bir gerçeklik olarak Çin’i göğüslememiz gerekecek. Son bölümde projeksiyonlar yaparak bizi bekleyen tehlikeyi analiz edeceğim.

Sonraki bölüme geçmek için tıklayınız.

Önceki bölüme dönmek için tıklayınız.


İlginizi çekebilecek diğer yazılar:

Free counters!

Yorumlar