Bir Devrimin Anatomisi (1)
Kafana
silahı dayadılar. Çeliğin ölümü çağrıştıran sert/soğuk iklimini etinde
hissettin. Ve ölümle yaşam arasındaki ince çizginin o acımasız imtihanına maruz
kaldın; “Ya …………., ya canını”. Sorumuzu ikinci bir soruyla açarak cevabımızı
bulmaya çalışalım; “Size, noktalı yerde ne teklif edilse canınızdan
vazgeçebilirdiniz?” Okurlarıma yardımcı olmak açısından ben cevap vereyim.
Vatan için, namus için, çocuklarınız için, dininiz/inançlarınız için,
özgürlüğünüz, onurunuz, haysiyetiniz için… Kişiden kişiye farklılıklar gösterse
de yanıtlarınız genel olarak bu ve benzeri minvalde olacaktır. Cevabı doğru
tahmin ettiğim için aferin bana.
Pekala,
noktayla gösterilen yere yazıldığında “Canımdan daha kıymetli mi?” deyip
vazgeçebileceğiniz şeyler nelerdir? Yıllardır biriktirdiğiniz paranızdan, satın
aldığınızda büyük mutluluk yaşadığınız evinizden, atandığınızda koltuklarınızı
kabartan unvanınızdan, fiyakalı arabanızdan, tarlanızdan, bağınızdan, bahçenizden,
şöhretinizden, bağımlılıklarınızdan… Tabi ki bunu da doğru tahmin ettim. Şimdi
sıra, cevapları herkesçe kolayca bilinebilecek bu iki soruyu neden gündeminize
taşıdığımıza geldi. Bu cevap kümelerini birbirinden ayıran çok temel bir
nitelik farkı var. Canımızdan
vazgeçebileceğimiz şeylerin tamamı manevi mefhumlar. Diğer yandan canımızı kurtarma pahasına vazgeçebileceğimiz şeylerin
tamamı maddi, yani dünyalık ziynetler. Zaten dünyalıkların -ismiyle müsemma-
öldüğünüzde size dünyadayken verdiği hazların hiçbirini bir daha yaşatamayacak
şeyler olduğu düşünülürse, canınızı tercih etmeniz gayet doğal ve mantıklı. Buraya
kadarki kısmı aklımızda tutalım ve yazının sonuna kadar bırakmayalım.
Anadolu
coğrafyasında yaşayan insanların büyük bir kısmının kendilerini türk olarak
tanımladıklarına bakmayın. Genel geçiş yolları üzerinde yer alan her toprak
parçasında olduğu gibi Küçük Asya’da da homojen bir kavim, ırk, kültürden
bahsetmek imkansızdır. Doğal olarak bu topraklarda yaşayan milletlerin tarihe
uzanan öyküleri farklı mecralarda cereyan eder. Belki kadim çağlardaki siyaset
tarzından, belki erki elinde tutan unsurlarının halka tahakkümde etkili bir
yöntem olduğunu keşfetmelerinden, belki de alt tabakadaki insanların yeterince
bilge ve derinlikli fikir üretemeyeceğine dair yanlış bir önyargıdan mütevellit,
hemen her topluluğun tarihinde devlet-millet ilişkisi otorite-teba formunda
teşkil etmiştir. Ülkemizde yaşayan az miktardaki arabın siyasi tarihinde yer
alan, Asr-ı Saadet ve Ömer bin Abdülaziz dönemleri bu gerçeğin kısa dönemli
istisnalarıdır, o kadar.
Hasılı
Türkiye’de yaşayanların tamamı, devlet erkanının halka tepeden baktığı, vatandaşların
yönetilmesi/kontrol edilmesi gereken kalabalıklar olarak görüldüğü, sıradan
bireylerin görüş ve ihtiyaçlarının çok önemsenmediği bir devlet doktrini
geleneğinden gelen ve bu geleneği büyük oranda içselleştirmiş, kaderine bir
oranda razı, bir nispette de küskün/biçare sosyal kümelerin muhassalası
topluluklardır. Halkın ihtiyaç ve talepleri, öldürmeyip süründüren seviyede
giderildiği müddetçe dişe dokunur bir isyan veya sosyolojik reaksiyon da pek
olmuyordu doğrusu. Devlete bakış açısı bir şekilde yüce, dokunulmaz ve dahası “vardır
bir bildikleri” ekseninde kutsal bir platforma oturtulmuştu. Bu algı,
devletlerin kendi otoritelerini şuurlu bir şekilde halka mütemadiyen eğitim ve
ezoterik parlatmalar yoluyla, o da olmadı zorbaca endoktrine edilmesiyle vücuda
gelmiştir. Devlet güçlü, muzaffer ya da refah sağlayıcı kimliğini muhafaza
ettiği müddetçe halktaki bu algı işlerliğini sürdürür ve derinlerde kıvranıp
duran kimliksizleştirilme, hafife alınma ve boyun eğdirilme gibi isyanı
muharrik duyguların geçici süreliğine yatıştırılmasına neden olur.
Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları bu tepeden inmeci devlet modeline 20. yüzyıl sonlarına
kadar maruz kaldı. Filhakika ne Hun, ne Selçuklu, ne de Osmanlı’da devlet
yönetimi farklı değildi. Oysa Batı ülkeleri bu modeli kırıp tarihe gömeli yüzyıllar
olmuştu. Kimisi Fransa gibi ihtilalle, kimisi İngiltere gibi Magna Carta’yla
başlayıp tedrici olarak vatandaşlarını devletin karşısında saygın bir pozisyona
taşıyacak devlet sistemlerini hayata geçirdiler. Türkiye’de bu değişimi ilk
olarak istanbullular yaşadı. 1994 yılı ilk ve öncü kırılma olarak tarihe geçti.
Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sadece zengin ve
elitlere değil, toplumun her tabakasından insana hizmet götürmeye başladı. Bu garip
guraba için yeterince keyif vericiydi. Ama Erdoğan’ın asıl hüneri toplumun alt
tabakasını şehrin biriken refahından yeteri oranda faydalandırmak değildi.
Sıradan bir gişe memuruna bile soru sormaktan imtina eden, mahalle muhtarıyla
iki kelam ettim diye mutlu olan, bankalara, devlet dairelerine ayakları
titreyerek giren, kendisi doktordan, polisten azar işiten, çocukları öğretmenlerden
dayak yiyen bir halkın kapısını şehrin en tepesindeki devlet yöneticisi olarak bizzat
çalarak ziyaret eden ilk liderdi Tayyip Erdoğan. Prangalar parçalanmış,
yerlerde sürünen insanların onuru ve itibarı ayağa kalkmaya başlamıştı.
Yanındakilerin kokudan içeri girmeye iğrendikleri rutubetli, basık haneleri ziyaret
ediyor, onların beşinci sınıf malzemelerle hazırladıkları sofraya bağdaş
kurarak çorbalarından kaşıklıyor, çaylarını yudumluyordu. Allahualem, duçar
olduğu gastrointestinal hastalığa da bu sebepten yakalanmıştı. Bir bedel
ödenecekse ödeniyordu, ama böylelikle devrim de bir şekilde hayat geçiriliyordu
işte.
Erdoğan’ı
tek kelimeyle tarif et deseler “samimiyet” derim. İki kelimelik hakkım olursa “samimiyet
ve merhamet” yazarım. İşte merhametini samimiyetle sunan bu adamı millet
fazlasıyla sevdi. Belki mahallede tek gecekonduya gidiyordu, ama herkes sanki kendisine
gelmişçesine onore oluyordu. Bir girdiği evin tüm üyelerini Tayyip fanatiği,
mahallenin büyük kısmını da sempatizanı yapıp çıkıyordu. Basit bir memurundan bile
azar işiten gariban halk, belediye başkanının sıcak muhabbetiyle adeta itibar sarhoşuna
dönüşmüştü. Fetholunan yürekler birer birer ayaklı propagandiste dönüştü. Anadolu’da
yaşayan hemen herkesin İstanbul’da bir akrabası, arkadaşı bulunur. İstanbul’un
arka sokaklarından, kenar mahallelerinden başlayan bu efsanevi ayaklanma dalga
dalga tüm Türkiye’yi sardı. Anadolu halkı “biz de isteriz” demek için 2002
yılına kadar sabretmek zorunda kalacaktı.
21. yüzyıl
türk halkı için muştulanmış bir dirilişin başlangıcı olmuştu. Başbakanlık
koltuğuna oturan Erdoğan İstanbul’daki yönetim tarzını Türkiye geneline yaymayı
ihmal etmedi. Toplumun çoğunluğunu teşkil eden fakir, dindar, azınlık
toplulukları üzerine karabasan gibi çöken ve Türkiye’ye Batılı hegamonlar
tarafından dayatılmış siyasi yapı gün be gün erirken, o ana kadar teba pozisyonunda muamele gören halkımız tarihinde
ilk kez muhatap pozisyonuna terfi etmişti. Üstelik bu değişim sadece
liderinin halkla ilişki tarzıyla sınırlı değildi. Erdoğan, kendisinin titiz
olduğu bu konuda, kurmay ve bürokratlarını da sıkı sıkı tembihlemişti. Erdoğan,
cumhurbaşkanı olup iyiden iyiye artan yoğunluğuna rağmen hala aynı siyasi
hassasiyetini dürdürmeye gayret ediyor. Kimi zaman muhtarları çağırıp
konuşuyor, kimi zaman taksi durağına uğrayıp taksicilerle muhabbeti kaynatıyor,
kiminde çocukların arasına dalıp onlarla eğleniyor. Zulme uğramış ve mazlumluğu
bir şekilde haber olup Erdoğan’ın gündemine düşmüş neredeyse her türk vatandaşına
bizzat kendisi merhametle muamele edebilen bir lider Erdoğan; Ağrı’da kuş
gribinden çocuklarını kaybeden anne-babayı, hunharca katledilen Özgecan Aslan’ın
ailesini, bir kısım haddini bilmez Fenerbahçeli tarafından alçakça dalga
geçilmeye çalışılan Rıza Çalımbay’ı bağrına basıp psikolojik pansumanla iyi
hissettirmek gibi. Bu hassasiyetin benim bildiğim onlarca örneği
var, bilemediğim ama tahmin ettiğim binlerce.
Erdoğan’ın siyasi
başarısındaki önemli faktörlerden birinin bu yaklaşım olduğunu farkeden çok
sayıda siyasetçi oldu. Ama bu yöntemi oy devşirmek için yaparsanız kabak gibi
sırıtır. Dahası bu aksiyon tarzını içinizden gelmeden yapmaya kalkarsanız
çarçabuk yorulur, bunalırsınız. Daha önce belirttiğim gibi yakıtını merhametten almayan bir aksiyonu uzun süre devam
ettiremezsiniz. Sahiciliğini
samimiyetten almayan bir ilgi de muhatabınız tarafından kolayca deşifre
edilir. Hülasa bunu başarabilen bir lider henüz çıkmadı.
Erdoğan bu
yaklaşımını makro sosyolojik seviyede de hayata geçirdi. Alevilerden romanlara,
kürtlerden ermenilere, dindarlardan ateistlere, fakir fukaradan engellilere
kadar toplumda gadre uğrayan hemen her kitleye insan hakları konusunda
kazanımlar sundu.
Erdoğan
dönemindeki ikinci önemli devrim, terminolojik olarak ilk kez Prof. Mustafa Şentop’un
gündeme armağan ettiği “Devletin milleti değil, milletin devleti” deyişiyle
özetlenebilecek değişimdir. Yani halkımızın kahır ekseriyesinin inanç, yönelim
ve ananelerini baz alan bir devlet örgüsüne de Erdoğan döneminde kavuştuk. Böylesi
bir değişim devleti hep önemsemiş, kutsamış ama son yüzyılda sürekli değerlerine hakaret edercesine ters cephede tavır alan devleti ilk kez milletle barıştırmıştır. Bu
mevzunun bir hayli serencam içeren tarihi dinamiklerine girmeyeceğim. Ama
yazımızın sonundaki vurgu için fazlasıyla önemli bir konu.
-----------------------------------------
İlginizi çekebilecek diğer yazılar:
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.