Bilim, İnsan ve Sanat (V-Son)

Kızıl güneşin oğlu, soylu hilalin kızı! Madem ki niyetlendik avdet etmeye sanatın görkemli kapısından, varsın öyleyse kelimelerimiz ahenge gark olsun, dolsun rengarenk cümleler heybemize. Öyle ki, sanatın kanatlarında nefesimiz kesilsin.

Duyularımızdan duygularımıza süren estetik serüven. Daha çocukken, hatta bebekken kapılmışız büyüne, ram olmuşuz sihirli gösterilerine. Ritim, renk, melodi, kıvrımlar, uyum, lezzet derken ilahi kodlarımız bizi sana duçar etmiş. Kimi zaman öylesine güçlüdür ki ateşin, bile bile yangına atmaktan alıkoyamayız kendimizi. Bir çift güzel göze olan sevdamız, nice devletler batırdı. Hangi hayatlar soldu bir bilsen uğruna, hangi uyumlu kıvrımlarda kayboldu benliğimiz. Bazen aç kalmayı, kimi zaman ölmeyi tercih ettik. Biz ademoğluyuz. Zayıfız seninle karşılaştığımızda, Samson’un saçı kesilmiş gibi, tendonu kopmuş gibi Aşil’in.


Sana öfkemiz yok ey sanat. Bizimkisi bile bile lades. Hani bir hıncımız varsa, o da sanatkârlara. Kıskanmış olsak gerek. Nasıl da buluveriyorlar bizi sarıp sarmalayan notaları, renkleri, sözcükleri. Bir kuralı olsa da biz de yapsak diyoruz gizliden. Kuralı var sanatın ama çok da anlatılacak cinsten değil, bazıları zaten doğuştan anlıyor. Yetenek, şehvet ve gayret; bu üçlüde dönüyor sanatkarlığa giden yol. Sanata şehvetin varsa ancak, gayretin de oluyor. Sanat vefakar bir yol arkadaşı. Azmeder, sebat gösterirsen sana kapılarını açıyor. Ama bir yere kadar. Ötesi ancak Allah vergisi yetenekle mümkün. Büyük sanatkar olabilmek için, doğarken o ilahi dokunuşa mazhar olmak gerekiyor.

Kadim algıda oturmuş altı ana sanat dalı var; şiir, resim/heykel, müzik, dans, tiyatro ve mimari. Bu altılı insanlık başladığından beri baki. Belki ilk zamanlarda daha iptidai formda bulunuyorlardı ama hep vardılar. Biliyoruz ki, insan ve tabiatın yaradılışı da bu sanatlar muvacehesinde icra edilmiş. 20. yy itibarıyla sinema da bu halkada yerini aldı. Kimileri itiraz ediyor benim gibi. Bence sinema ana sanat dalı değil, birleşik sanat performansı. Sinema, uhdesinde müzikten dansa, mimariden resme, şiirden tiyatroya her sanattan parçalar barındırıyor. Tam da bu sebeple, üst üste binen dalgalar gibi bu sanatların bileşkesi olarak olağanüstü bir etkiye sahip sinema. Yine bu gücünden mütevellit el’an kültürel emperyalizm adına en güçlü silah konumunda.


Sanatı duyularımız yoluyla algılıyor ve beynimizdeki estetik kodlara hitap eden eserlere meftun oluyoruz. Karşı koyamadığımız bir keyif veriyor, duygusal modumuzu değiştiriyor. Sanata bir değer atfedişimiz de bu yüzden. Biraz garip gelebilir belki ama, tam da buradan hareketle aşçılığı önemli bir sanat dalı olarak görüyorum. Aşçıların talihsizliği eserlerinin tüketiliyor olması. Oysa müzik nasıl kulağa, resim nasıl göze hitap ederek bizleri mutlu kılıyorsa, yemekler de damağa hitap ederek aynı şekilde insanlara keyif veriyor. Şöyle düşünelim; yemekleri tüketmeden lezzet alabilseydik, şimdi öne çıkan bazı yemekleri tadabilmek için milyonlarca lira para harcayacaktık, tıpkı bazı tablolara, heykellere ödenen astronomik bedeller gibi. Yemek müzelerinde meşhur aşçıların sihirli lezzetlerini ihtiva eden yemeklerini ziyaret edip tadabilmek için sıraya girecektik. Buradan hareketle iyi aşçılara sanatkârlar kadar saygı duymak gerektiği kanaatindeyim. O halde güzel esanslar, efsunlu parfümler üreten kimyagerlerin de sanatçı olduğunu söyleyen biri çıkarsa buna da itiraz edemem doğrusu. Bütün bunları yemeğe hiç düşkünlüğü olmayan birisi olarak kaleme aldığımı da belirtmeliyim.

Sanatın her alanı her insanı belli oranda etki altına alabiliyor. Güzel, estetik, uyumlu, göz kamaştırıcı diye tarif ediyoruz sanat eserlerini. Zevklerin tartışılamayacağı iddia edilir, ki doğrudur. Ama insanoğlunun yaratılış hamuruna bazı estetik kodlar ana hatlarıyla nakşedilmiş. Bu temel mayanın üzerine, insanın doğuşundan itibaren duyu organları vasıtasıyla müşahede ettiği birçok şey zevklerin ayrışmasına ve bireysel bazda şekillenmesine sebep oluyor. Estetik beklentilerimiz biraz da sevgi ve alışkanlıklarımızla kesbetmiyor mu? Ağaçlar yeşil olmasaydı yeşili bu kadar sever miydik? Yaprakların kıvrımları, insanların formları, yıldızların şekli, kuşların cıvıltısı, rüzgarın uğultusu bizim sanat eserlerinden beklentilerimizi belirlemiyor mu sanıyorsunuz? Annelerimize benzeyen kadınlar daha güzel, babalarımıza benzeyen erkekler daha yakışıklı geliyor. Başka gezegende yaşasak, başka renklerle büyüsek, başka canlılarla düşüp kalksak zevklerimiz de bambaşka bir istikamette evrilecekti şüphesiz. Bu nedenle, özellikle çocukluğumuzda uyumlu şeyleri temaşa etmeli, güzel lezzetler tatmalı, armonik müzikler dinlemeliyiz ki zevklerimiz asil ve estetik bir tekamül yaşasın. İbni Haldun bu konuya vurgu yapmak adına çocuklara şiirsel, edebi metinler dinletmenin uzun vadede hitabetine ve konuşmasına katkı sağlayacağının altını çizmiştir.


Sanatlar içerisinde en güçlü etkiye sahip olanı müzik. Hiçbir canlı, toplum veya kültür musikiye bigane kalamamış, kalamaz da. Tarihin her anında, dünyanın her yöresinden insanlar müzikle haşır neşir olmuş. Müzik bir sanat yazısında bir paragrafla geçiştirilemeyecek kadar muazzam bir nimet. Musiki üzerine yazacağım bir yazıda bu konulara derinlemesine gireceğiz. Müzikten sonraki en güçlü sanat edebiyat. Bu yüzdendir ki hem müzik hem edebiyat ihtiva eden şarkılar, türküler ruh dünyamızda sarsıcı tesirler doğurabiliyorlar. Bugün kullandığımız pek çok tabir ve deyiş şairlerin ozanların imzasını taşır. Sesin, ışıktan çok daha fazla spiritüel yönlendirme kabiliyeti var. İşitsel sanatlar duygularımıza, ruhumuza, görsel sanatlar beğenilerimize temas ediyor. Tiyatro hem görsel, hem işitsel etkiye sahip. Resim/heykel, mimari ve dans  görsel mekanizmaları kullanıyorlar. Beğeni merkezli olduklarından ticari hayatın vazgeçilmez parçaları olarak revaçtalar.

Türkiye’nin ilk görme engelli vekili Lokman Ayva kapitalist dünyanın pazarlama kurgusunun büyük oranda görsel numaralar üzerine inşa edildiğini ve bu sebeple görme engelli insanların alışveriş esnasında daha az tuzağa düştüklerini ve daha doğru tercihlerde bulunduklarını iddia etmişti. Bu konuda gayet haklı. Fakat şurası da bir gerçek ki görenler bu aldatmacalara bilerek kanıyor. Sırf tasarımı güzel diye kalitesiz bir elbise, ambalajı albenili diye sağlıksız yiyecekler aldığımız, mimarisi iyi diye bir numarası olmayan evlere tonlarca para saydığımız doğrudur. Ama o an, o estetik ihtiyaçlara verdiğimiz değer, kaliteye/keyfiyete verdiğimizden daha fazla oluyor. Biz, kimi zaman eş seçiminde bile sırf güzel/yakışıklı diye saçma sapan kişilerle hayatını birleştiren ve bir ömür bu çileye katlanmayı ya da ardı arkası kesilmeyecek sorunlarla boğuşmayı göze alacak kadar görsel takıntıları olan yaratıklarız.

Modern dünyada mimarlıktan başka görsel sanatları çeşitli formlarda icra eden meslekler peyda oldu ve çok da popüler meslekler. Stilistler, peyzaj mimarları, iç mimarlar, reklamcılar, endüstriyel tasarımcılar pazarlama dünyasının sanatçı askerleri olarak hizmet veriyorlar. Sermaye sahiplerine çok para kazandırdıkları için gelir seviyeleri de bir hayli iyi.


Buradan mimarlara özel bir uyarı yapmak istiyorum. Sizin eserleriniz mütemadiyen insanların karşısında sergileniyor. Sadece evinin/işyerinin mimari projesini hazırladığınız kişilere karşı sorumlu değilsiniz. Üstelik eserleriniz asırlarca ayakta kalıyor. Estetik değerlerden verdiğiniz tavizler, ya da özensiz çizdiğiniz tasarımlar yüzünden milyonlarca insana eziyet edebilirsiniz. İşinizi bihakkın yapmazsanız vebali büyük olabilir. Mimarisi güzel bir şehirde yaşayan insanların duyguları daha nezih, ahlağı daha düzgün, ruhu daha dingin, vizyonu daha geniş olur.

Bütün yazı dizimizi toparlayacak olursak. Her bilim veya sanat alanı hakkını verenler için oldukça meşakkatli disiplinler. Ayrıca bilim dalları birbirlerinin külüne muhtaç olacak kadar komşular. Burada daha çok vurgulayacağım unsur ve dahası bu yazıyı kaleme almama sebep olan en büyük saik, bu alanlarda çalışma yapanların değerlendirilmesi konusunda düşülen yanılgılar. Teknik bilimlerle iştigal eden bilim adamları veya meslek erbabının başarılı ve doğru çalışmalar, uygulamalar ortaya koyduğunu test etmek çok zor değil. Bir fizikçinin, mühendisin, doktorun, teknisyenin kalibresi üç aşağı beş yukarı bellidir. Sanat erbabı daha göreceli değerlendirmelere tabi tutulsa da ürünlerin notlarını genel manada son kullanıcılar verdiğinden ve sayıları milyonları bulduğundan iyi sanatçıların kendini gösterme şansları mevcut. Gerçi sanat dünyasında bol miktarda lobicilik, medya parlatması, cemiyet dayanışması gibi faktörler sık sık devreye sokuluyor. Ama usta bir mimar, stilist ya da müzisyen kamuoyundan gördüğü iltifat mucibince hak ettiği itibarı elde edebiliyor. Sanat dünyasında güneşi balçıkla sıvamak pek olası değil.

Ancak gelin görün ki sosyal bilimciler arasında bir paye dağıtılırken hakkaniyet çok az vuku buluyor. Beşeri bilimlerde boy gösteren ilim ehli ve uygulamacılar daha çok kurumlar, üniversiteler, cemiyetler veya devlete servis sunuyorlar. Burada sosyal bilimcilerin karar veya analizlerinin doğruluğuna az sayıda insan karar verdiğinden değerlendirmelerin doğruluk oranları düşüyor. Ayrıca sosyal teori ve ilkelere birçok tevil getirme fırsatınız var. En önemlisi de sosyal kuramların uygulamaya konmasından sonra sonuçlarının doğru olup olmadığını onlarca yıl sonra tespit edebiliyorsunuz. Mesela eğitimle ilgili bir ekolü takip etmeye karar verdiğinizde bu modelin verimli olup olmadığını ancak 30-40 yıl sonra gözlemleyebiliyorsunuz.


Batı dünyası 19. asır itibarıyla sosyal bilimleri teknik çerçeveler çizerek kontrol altına alma ve bu sayede daha sahici sonuçlara ulaşma yoluna gitmiş. Aslında bu çabalara kısmen Eski Yunan’da da rastlıyoruz. İslam dünyası da Hicri ikinci yüzyıl içinde İslami ilimler diye adlandırılan ilim alanlarında profesyonel manada ilk teknik metodoloji uygulamalarını (ilmi usuller) hayata geçirerek bu işe öncülük yapmıştır. Türkiye’deki sosyal bilim dünyasının mevcut şartlarda Batı orijinli metodolojiyi tam içselleştiremediğini, ilmi hasılayı pratik alanlarda test etme konusunda oldukça zayıf olduğunu ve akademi-toplum ikilisinin arasındaki mesafenin bir hayli uzak olduğunu üzülerek ifade etmek isterim.


Kaliteli sosyal bilimciler yetiştirme konusunda zayıf kaldığımız muhakkak. Kendi gayretleriyle yetişen az sayıdaki sosyal bilimcinin de devlette, kurumlarda ne kadar itibar gördüğü şüpheli. Gayet iyi biliyoruz ki sosyal kuramlar üzerine yapılan tartışmalar çok su götürüyor ve böyle bir vasatta lobisi, networku, medya bağlantıları güçlü, sesi gür çıkan isimler hak etmedikleri halde öne çıkıp cemiyet hayatımızı şekillendirecek kararları domine edebiliyorlar. Sosyal bilimcileriniz yeterince güçlü değilse millet olarak gelecek günleriniz de puslu demektir. Medeniyet inşasında başat aktörler sosyal bilimciler olacak. İnsani bilimlerde çalışmak isteyen gençlerin demir leblebi çiğnemeyi göze alması, ağır fedakarlıklara katlanması gerek. Bizim bu yeteneklere haiz gençlerimiz var ve umudumuzu diri tutuyorlar. 
-----------------------------------------

Bu yazıyı beğendiyseniz, ilginizi çekebilecek diğer yazılar:
 Sitede yayınlanan yazılardan haberdar olmak için lütfen abone olunuz.




Free counters!

Yorumlar