Türkiye Müslümanlarının Kimlik Meselesi

Osmanlı ve Türkiye’de son iki buçuk asırdır kimlik kavgası yaşanıyor; Batılı gibi mi hareket etmeliyiz, Doğulu gibi mi? Şeriat çerçevesinde mi yaşamalıyız, sekülerleşmeli miyiz? Gelenekçi mi kalmalıyız, modern mi olmalıyız?...

Batı’nın medeniyet savaşını kazandığı artık reddedilemez bir gerçek haline gelince, hiç olmazsa asli kimliğimizi bozmadan yeni dünya düzenine uyum sağlayalım derdine düşen son dönem Osmanlı aydınları, bu konuyu ele alan çok sayıda çalışma yapmış, görüş bildirmiş. Bu isimlerden en öne çıkanı da Ziya Gökalp olmuş. “Hars” ve “medeniyet” ayrımı yapan Gökalp, harsı kendi kültürümüz ve geleneğimiz olarak tanımlayıp buna sadık kalmamız gerektiğini savunmuş. Medeniyeti de insanlığın ortak birikimi kabul edip, başta bilim ve teknoloji olmak üzere bu konudaki tüm gelişimleri alıp bünyemize katmamız gerektiğini belirtmiş. Bu işin yalıtık bir şekilde mümkün olabileceğine dair kurduğu hayale de pek çok kişiyi inandırmış. Milli sosyoloğumuzun o günü kurtaran doktrinlerinin bugün pek bir işe yaramadığını son bir asırda fazlasıyla müşahede ettik. Yani Batı öyle sadece teknolojisiyle gelmedi. Siyasetten sosyal yaşama, hukuktan kültürel ögelere kadar çok sayıda fragmanı da pakete koyup bize yedirmeye çalıştı. Hapı yutturma işinde ilk zamanlarda biraz zorlansalar da zamanla inisiyatifi ele aldılar ve şimdilerde ivmelenmiş bir şekilde milletimizi devşirmeye devam ediyorlar.

Atatürk hislerinin babası olarak Namık Kemal’i, fikirlerinin babası olarak da Ziya Gökalp’i ilan etmiş etmesine ama, devlet adamı olarak Gökalp’in “hars”ını yerle bir etme konusunda elinden geleni ardına koymamış. Müteakiben milli şefimiz İnönü de baskı politikalarını daha da şiddetlendirerek Ziya Gökalp’in koruma kalkanına almaya çalıştığı gelenek, kültür ve değerlerimizi parçalamak adına çıtayı daha da yükseğe çekmiş. Burada İngiliz kültür dayatmacılığının etkisi olduğu muhakkak. Ancak gerek Atatürk’ün gerekse İnönü’nün pozitivist Batı medeniyetine yürekten bağlı oldukları da bir gerçek. “Batı’nın bilim ve teknolojisini alıp, kültürünü almamak” şiarıyla çıkılan yolda, bilakis Batı medeniyetinin kültür ögelerinin kanırta kanırta milletimize yedirilmeye çalışıldığını tarihi geçeklerden biliyoruz. Bu dayatmaya bireysel veya toplu karşı çıkanların idam edilmesi, hapse atılması veya işkence görmesi de yürek dağlayıcı bir durum. “Batı’nın bilim ve teknolojisinden ne haber?” derseniz, orada haksızlık etmek istemem. Bilim ve teknolojide de birtakım gayretler var. Ama kültürel ve zihinsel değişim için harcanan emeğin fersah fersah gerisinde. Kaldı ki Osmanlı döneminde de bu konuda ciddi altyapı çalışmaları yapılmış, üniversiteler kurulmuş, teknolojik yatırımlara yönelinilmişti. Kısacası Osmanlı devam etseydi de en az bu seviyede ve muhtemelen daha güçlü bilim ve teknoloji hamleleri olacaktı. Bu arada Ziya Gökalp’i mazur görebileceğimiz iki veçhe mevcut; birincisi Cumhuriyet’le beraber böylesine sert bir kırılma yaşanacağını tahmin edememiştir. İkincisi de kendisi mevcut şartlar altında ancak genel yol haritasını çizmeye fırsat bulabilmiş, ayrıntılı ve pratik uzanımları da içeren teşekküllü bir çalışmaya ömrü vefa etmemiştir. Hoş bu çalışmayı yapabilseydi Atatürk ne kadar prim verirdi orası da tartışılır.


O dönemlerdeki kültürel propaganda enstrümanları şimdiki kadar güçlü ve yaygın değildi. Her şeye rağmen konvansiyonel telkin vasıtalarıyla hatırı sayılır miktarda insan Batı hayranı yapılmıştı. Gerçi Türkiye nüfusuna oranla yine de küçük bir azınlık sayılırlardı. Ama devlet ve silah gücünü elde tutuyorlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD hegemonyasına giren ülkemiz, tutucu, korumacı ve ürkek devlet anlayışı sayesinde en azından 80’lere kadar çılgın kapitalist, modernist atmosfere tam anlamıyla maruz kalmamıştı. Özal’ın Batı’ya kapıları her yönüyle açması, ülkemizi geri dönülmez bir maceraya sürükledi. Batı medeniyeti sansürsüz ve sınırsız bir şekilde, tüm silahlarıyla üzerimize yürüdü. Nasıl kan kokusunu almış bir yırtıcıyı artık otla besleyemezseniz, Batı’nın nefislere çok hoş gelen kültürel felsefesini seve seve ve kanıksayarak içselleştiren milletimiz de artık bu savruluştan kendisini beri tutamaz hale geldi. Zaten sonrasında küreselleşen dünyada iş çığırından çıktı.

İlk dönemlerde hem zorla dayatma olduğu için, hem de ani kültürel değişimler talep edildiği için milletimiz reaksiyoner tutum geliştirmiş ve kültürel erozyona belli oranda direnmişti. Özellikle muhafazakar partilerin iktidarlarında gardını düşüren halkımız Batı medeniyetinin ağına bu dönemlerde çok daha kolay ve dirençsiz düşecekti (Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan dönemleri). Baskı dönemlerinde “imanımızı kurtaralım” diyen Sai-i Nursi, “Kur’an’ı kurtaralım” diyen Süleyman Hilmi Tunahan, “ilmi unutmayalım” diyen klasik medrese erkanı gizli saklı, meşakkatli ve saygıyı hak eden bir mücadele vermişler. Lakin kendi mikrokozmozlarında, kapalı devre bu tür oluşumlarla bir yere kadar idare edilinebilmiş. Muhafazakarların Menderes döneminde başlayan açılımı (gerek köyden kente göç, gerekse bürokrasi ve ticarete aktif katılımla), dindar yahut muhafazakar olarak niteleyeceğimiz bu kitlenin hiçbir felsefi ve pratik hazırlığı olmadan ateşten gömlek giymesine neden olmuş. O günden sonra da -istisnaları saymazsak- cılız ve düşük yoğunluklu Batı medeniyetiyle yüzleşme argümanları serdedildi. Aslında en önemli sorunumuz olması gereken bu savaşa daha girmeden yenilmiştik bile.

Hülasa, şehre karıştık ve şehir bizi nesneleştirdi. Çünkü özne olmak için gerekli donanımımız yoktu.

        şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin

        pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin

                                 İsmet Özel (Üç Firenk Havası)


Modern Şehir: Batı’nın Endoktrinasyon Merkezi

Bugün içine doğduğumuz ve içinde yaşadığımız şehirleri tarihteki diğer şehirlerle karıştırmamamız gerek. Şimdiki şehirler 19. asrın ikinci yarısından sonra büyümüş Endüstri Devrimi’nin çocukları. Öncesinde de şehirler vardı elbette ve hatta az da olsa Batı’nın kendi coğrafyasına fazla nüfuz etmesine fırsat tanımamış ülkelerde hala var. Ancak o şehirlerin mekan ve sosyoloji kurgusu çok farklıydı. Eski şehirlerin büyüklüğü belli bir limiti aşamazdı. Çünkü tarım merkezli bir yaşam modeli üzerine bina edilmişlerdi. Modern şehir kavramının toprak ve tarımla bir ilintisi olmadığından milyonlarca insan şehirlerde barınabilir halde. Nüfusu 2 milyonu aşan ilk şehir 19. asrın ikinci yarısında Londra oldu. Sanayi Devrimi’nin neşv u nema olduğu zaman 19. yy, yer de İngiltere’ydi zaten. Sürpriz olmadı.

Modern dönem şehirleri tamamen Batı Medeniyeti’nin kurgusu üzerine bina edildiler ve şu anda dünyadaki şehirlerin hemen hepsi bu kurgu muvacehesinde yeşerdi, büyüdü. Tarihinde büyük şehir kültürü olan Çin, Hint, Mısır, Türk, Arap medeniyetlerinin modern dönemde kendine özgü bir şehir içeriği yok. Şehirlerin yaşam formu ve kodları Batı eksenli olduğundan Batı coğrafyası sınırları dışında kalan tüm şehirler, bir bakıma yerel medeniyetlerle Batı Medeniyeti’nin çatışma alanı olarak kendisini gösterdi. Yerel medeniyetler ev sahibiydi, ama savaşın tüm kurallarını Batı koyduğundan ve bu alanda yüklüce tecrübeleri olduğundan savaşın kazananı hep Batı Medeniyeti olageldi. Özellikle yükselen değer olarak Çin’in bu hesaplaşmada kolay teslim olmayacağını, zamanı gelince güçlü bir çıkışla dönüşüme direneceğini düşünüyorum. Bizi ilgilendiren kısmna baktığımızda, İslam dinin güçlü felsefik arka planına rağmen bu medeniyet çatışmasında çok zayıf kaldığını görüyoruz.

Şehirler tasarlanırken, şehirlerle birlikte iktisadi, sosyal, tedrisi, siyasi, kültürel vs neredeyse bütün kurumlar da yeni kodlarıyla boy göstermişti. Bazı şeyler tabi ki işin doğası gereği kendiliğinden bir yol tutturup değişime uğrar. Beş yüz bin nüfuslu bir şehrin tedarik kanalları, iletişimi, kültürü, mal pazarlamasıyla beş milyon kişinin yaşadığı bir kentinki aynı olmaz. Ama bu değişimle ilk yüzleşen Batı şehirleri olduğu için oluşan sorunlara yönelik ilk çözümler de Batı Medeniyeti’nden geldi. Tecrübe birikimi derken bundan bahsediyordum. İnsan nasıl fikrederse, neye önem veriyorsa ürettiği çözümler de o çerçevede oluşur.

Endüstri Devrimi ile benzer zamanlarda yeşeren Aydınlanma Felsefesi, Batı’nın entelektüel formunda ve hayata bakış çizgisinde güçlü bir eksen kaymasına sebep olmuştu. Haliyle yeni düşünce yapısı şehir kurgularını da doğrudan etkiledi. İşte o gün bugündür şehirlerde Batı Medeniyeti’nin kendisini dayatan üstenci atmosferi hakim. Evrimci bir bakış açısıyla Batı insanını en üstün ırk, Batı Medeniyeti’ni de insanlığın zirve noktası gören bu kafa yapısı özünde vahşi bir medeniyet. Protestan ahlakıyla insani form verilmeye çalışılan bu medeniyetin ilkeleri sadece kendi üyelerinde hakkaniyetli çalışıyor.

Şehirlerde hakim kültür ve yaklaşım açısı şehre sonradan dahil olan herkesi baskı altına alır ve itaate zorlar. Bazıları hemen, bazıları da ikinci nesilde boyunduruğa girer. Teslim olmaya direnen çok az sayıda insana da gülünüp geçilir, “uyumsuz, geri kafalı” yaftaları vurulur. Bir de dini cemaat, veya getto içinde bu çözülmeye karşı şuurlu veya gayriihtiyari direnen kapalı gruplar bulunur.

Modern şehir böyledir işte; ya çözünür onun bir parçası olursun, ya da bünyesindeki ur haline dönüşürsün. Lakin öylesine güçlü bir bünyesi var ki, eninde sonunda bünyesindeki tümörleri de eritir, tam eritemese bile kendisine ait tümör şekline sokup zararsız hale getirir. Bir ihtimal daha var, fakat onu yazının sonuna saklıyorum.

Sonraki bölümde şehrin dönüştürücü mekanizmalarını analiz edeceğiz.

-----------------------------------

İlginizi çekebilecek diğer yazılar:

Free counters!

Yorumlar