Ortadoğu'da Meksika Açmazı (14)
Ortadoğu’daki
herkes hakimiyet alanlarının yeniden inşa sürecinde birbirlerinin ayağına
basmadan pozisyon almaya çalışıyor. Her devletin diğer devletlere karşı sosyal,
politik ve askeri tehdit unsurları teyakkuz halinde bekliyor. Yazı dizimin
başlığını “Meksika Açmazı” metaforuyla ilişiklendirmem bu sebepledir. Ancak şuna
da hazırlıklı olmalıyız. Ortadoğu’daki iç veya dış aktörlerden biri, Tarantino
filmlerindeki gibi açmazı bilerek, yanlışlıkla yahut şartların mecbur bırakmasıyla
ihlal ederse ortalık fena karışabilir.
Bir taraftan küresel tehdit olarak Çin’in, diğer yandan Avrupa kıta tehdidi olarak Rusya’nın yükselen varlıkları ABD ve AB’de fazlasıyla tedirginlik yaratmış durumda. Büyük Ortadoğu Projesi’yle (BOP) tasarlanan yeni düzen kadük kaldığından ve eski usül psikolojik harp ve sömürge enstrümanlarının yerini “new age” küresel kültür aparatları ve silahları aldığından yepyeni bir yaklaşım ve planla önümüzdeki döneme hazırlanılıyor. Yahudi aklının faşizan enaniyetiyle Vaad Edilmiş Topraklar üzerine kurduğu hayallerin, küresel gelişmelere imtizacı mümkün görünmüyor. O yüzden ABD ve İngiltere’nin oyun kurucuları ve diplomatik erkanı, İsrail’deki gözü dönmüş, kendi ajandasından başkasına bakamayan ağzı salyalı Siyonistleri dizginlemek adına, İsrail’in bu sevdadan vazgeçmesinin uzun vadede İsrail için daha faydalı olacağını sıkça vurguluyorlar. Özetle “Rusya’yı, özellikle de Çin’i durduramazsak ortada ne Avrupa ne de ABD kalacak. Sen de o Vaad Edilmiş Topraklar’ına ilelebet kavuşamayacaksın” diyorlar. Çok da haksız değiller.
Diğer yandan
da İsrail ve Yahudi çeteciliğinin “kaçış hızı”na* yaklaştığını
fark eden Batı milliyetçileri kendi ülke ve milletlerinin menfaati adına, içlerinde
kök salmış Yahudi örgütlenmelerinin önünü kesmenin telaşına düşmüş durumdalar.
Yani İsrail ve Siyonist teşkilatlanma da en az Rusya ve Çin kadar Batı’ya beka tehdidi
oluşturuyor. Henüz ellerinde hala toparlanma gücü mevcutken mezkur yılanların
başını ezme telaşına girmiş durumdalar. İşte bizi de bir hayli şaşırtan son
gelişmelerin makro saikleri bunlar. Tabii ki bambaşka gerekçeler olabilir. Ama
benim tabloyu okumam bu yönde.
Açıkçası, bu yazı
dizisine başlarken de ifade ettiğim ve beni “az bilinen, çok gelişme” cenderesi
içinde resmi anlayamama çaresizliğine iten durum bundan ibaretti. Fakat
okurlarıma eli yüzü düzgün bir değerlendirme yapabilmek adına konumuzla alakalı
son bir yıldaki gelişmeleri kronolojik olarak tekrardan derleyip topluca
okudum. Hadiselerin içerisinde yoğrulurken ve her ilginç gelişme bir önceki vakayı
eskitip unuttururken sağlıklı bir analiz yapmak kolay değil. Bu toplu okuma
yazıya başlarkenki sis perdelerinin aralanmasına önemli ölçüde yardımcı oldu. Tabiri
caizse aydınlanma yaşadım.
Daha 25 sene
evvel Kıbrıs ve Güneydoğu’yu Türkiye’den koparmak için operasyon başlatan Batı
dünyasının, mevcut düzende Türkiye’ye Suriye’yi armağan etmesini ancak bu
şekilde izah edebiliyorum. Üstelik bu genişlemenin Suriye’yle sınırlı kalmama
ihtimali de var.
Ortadoğu’da
Türkiye’ye bu kadar hakimiyet alanı açılmasının sebeb-i hikmetini kurcalayalım
biraz. Bunu yine bir analojiyle özetleyebilirim; dükkanı açık tutmak.
Türkiye, Erdoğan’ın iktidarının ikinci yarısında kendisini uluslararası düzlemde
belli bir güç odağı haline getirdi. Aynı dönemde kendisine yapılan operasyonu
da (15 Temmuz) akamete uğratarak bölgesel aktör olarak öne çıkmaya başladı.
Aslında uluslararası arenada rüştünü gösterdi diyebiliriz. Küçük de olsa oyun
kurabilen, zamanı geldiğinde hakkını savunmak için direnebilen, askeri alt
yapısı çeyrek asır öncesine göre bir hayli mesafe kat etmiş bir ülkeydik.
Üstüne üstlük Osmanlı’dan tevarüs ettiğimiz ruh ve bu imajın Ortadoğu’daki tüm
halkların zihni arka planında hala geçerliliğini sürdürüyor olması gibi
sosyopsikolojik avantajlarımız da mevcuttu. Kral ölse de, krallık yıkılsa da
şehzade her zaman yeni bir krallık kurulduğunda akla gelen ilk isim olur.
Ortadoğu’da
İsrail’i baskılayacak, İran’ı frenleyecek ve bölgedeki marijinal unsurları
kontrol edebilecek eline sopa aldığında herkesi hizayı geçirebilecek en büyük
potansiyel Türkiye’ydi. Fakat sanmayın ki Türkiye’nin önü açıldı, artık eski
günlere dönmeyiz. Oyun kurucular, mevcut şartların icbarıyla arkalasalar da zamanla
palazlanan bir Türkiye’nin defterini dürecek orta ve uzun vade hesaplarını da
yapmışlardır. Elbette bizim de önümüze çıkan bu konjonktürel fırsatı “işin
içinde bir çapanoğlu vardır” diyerek geri tepmememiz gerekiyor. Tam tersine bunu
hep aklımızda tutup, belli oranda risk alıp geleceğe matuf tedbirler alarak ilerlememiz
lazım. Hamaset sarmalından kurtulup sahici kabullenmelerle adım atmak bu işin
en kritik kuralı. Onlarca yıl Kürt vatandaşlarımızı görmezden gelip, onlara
Türk yaftası yapıştırarak, Kürt kelimesini bile kullanmaya izin vermeyerek
düştüğümüz sahte girdaptan şu günlerde geldiğimiz duruma bakarsanız ne dediğimi
anlarsınız. Gerçekler siyasette, sosyolojide, ekonomide eninde sonunda
kendisini size dayatır, tıpkı fiziki kanunlar gibi. Ancak bu süreç fiziki dayatmalarda
hemen ve doğrudan sonuç verirken insana ait mevzularda daha ağırkanlı işler.
Bizleri yanıltan kısmı da budur. Suyu ısıttığınızda kısa bir süre sonra
kaynayacağını bilirsiniz, ama mesela insanlara zulüm yapmaya başladığınızda
toplumsal kaynama ve ardından gelen patlama çok daha geç kendini gösterir. Siz
de bir süreliğine yaptığınızın yanınıza kar kaldığını zannedersiniz; bakınız
Esad ailesi.
Dünyadaki diğer gelişmelerin bir uzantısı olarak Ortadoğu’da denklem yeniden kuruluyor ve bu yeni düzende Türkiye’nin alan hakimiyeti genişliyor. Bir bakıma bölgesel jandarma rütbesine terfi ediyoruz. Fakat bu kendi gücümüzle başardığımız bir sıçrama olmadığından Batı’nın ipiyle kuyuya inen her ülke gibi uzun vadede sağlam bir kazık yeme ihtimalimiz var. Ne demiş atalarımız; “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım”.
Diğer yandan Rusya tehdidine karşı etekleri tutuşan Avrupa da Türkiye’ye sırnaşıyor. Babalarının hayrına değil tabii ki. Türkiye’yi savunmalarını güçlendirmek adına yanlarında görmek istiyorlar. Lafı dolandırmayalım, Rusya’yla mevzu alevlenirse cephede Türk gençleri savaşsın istiyorlar. Üç kuruşa beş köfte de olmuyor haliyle. Bir zamanlar AB’deki Türk varlığından en çok tedirginlik duyan ülke olan Almanya Türkiye’nin AB’ye katılımına göz kırptı, ama Kopenhag kritelerini de hatırlatmayı ihmal etmedi. Ardından Finlandiya Dışişleri Başkanı Elina Valtonen Rus İmparatorluğu’nun saygı gösterdiği tek gücün Osmanlı İmparatorluğu olduğunu ve Türkiye’nin AB’ye katılımını desteklediklerini bildirdi. Rusya’nın öpeceği ilk ülkelerden olan Finlandiya’dan bu açıklama gelmesi bizi hiç şaşırtmadı. Buna mukabil sazı eline alan Hakan Fidan da gümrük birliğinin güncellenmesi ve vize serbestisi konusunda AB’nin adımlar atması gerektiğini söyledi. Erdoğan da Kopenhag kriterlerini bir bakıma tiye alarak “Bizim de Ankara kriterlerimiz var” dedi. Burnundan kıl aldırmayan kibirli Avrupa’nın düştüğü şu zilleti zevkle izliyorum doğrusu. Daha bunlar iyi günleri. Ne sanıyorlardı ki? Tüm dünyayı yüzyıllar boyu sömüren ve bu sayede semiren, başka ülkelerde insanlar açlıktan, savaştan kırılırken yiyip, içip sevişen, konforlarına halel gelmesin diye çocuk bile yapmayan Avrupalılar, kapılarını sıkı sıkı kapatarak kurdukları sahte cennette sonsuza kadar keyif çatacaklardı öyle mi?
Sıraladığımız
gerçekler, gelişmeleri üst üste koyup, bu çerçevede önümüzdeki dönemde neler
olabileceğine dair projeksiyonlar yapalım ve açığa düşmemek için alınması
gereken tedbirlere bir göz atalım.
-------------
*Kaçış hızı: Bir cismin kütlesel çekimin etkisinden kurtulup kendi başına hareket edebilme kabiliyeti kazanabilmesi için gerekli asgari hız. Mesela dünyadan fırlattığınız bir taşın tekrar yere düşmemesi için saniyede 11 km hıza ulaşması gerekir.
Devam edecek...
lginizi çekebilecek diğer yazılar:


Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.