Ortadoğu'da Meksika Açmazı (15)

Olan biteni anlamak için Çin’i iyi anlamak gerekiyor. Çin üzerine beş sene önce kaleme aldığım 4 bölümlük yazı dizisine göz atarsanız faydalı olur diye düşünüyorum (Yazının linki). İlk bölümünde başkanlık sisteminin önümüzdeki dönemde ülkelere ne gibi avantajlar sağlayacağını anlatmıştım, hala da aynı görüşteyim, başkanlık sisteminin şiddetli bir savunucusuyum. Türkiye’deki başkanlık sisteminin fazlasıyla suistimal edilmiş olması bizim devletimizin ayıbı. Erdoğan ve avanesinin hoyrat yaklaşımları, devletin neredeyse bütün teammüllerinin rafa kalkması, dalkavukluğun liyakati ezip geçmesi, sokaktaki ve bürokrasideki insanların ötekileştirmesi, adaletin maymuna çevrilmesi gibi birçok zaafiyet, kral olunca ilk babasını astıran çingene misali bu yönetim kültürüne aşina olmamamızdan kaynaklanıyor. Umarım yavaş yavaş olgunlaşır ve başkanlık gücünü eline geçirdiğinde istismar edenlerin sigaya çekilebileceği, yahut istismara fırsat tanımayacak düzenlemeleri yapabiliriz. Ama şunu da not düşmekte fayda var, bu kadar düşük profil sunmamız Erdoğan’ın şahsi zaafiyetleri ve devletin diğer ileri gelenlerinin bu zaafiyetlerin önüne geçme konusunda pısırık davranıp, risk almamasından kaynaklanıyor.


Tekrar asıl konumuza, Çin’e dönelim. Çin’in son dönemdeki büyük değişim ve sıçrayışının arkasındaki mimar Deng Şiaoping’in görüş ve politikalarını da iyi incelemek lazım. “Bir milletin kaderi, bir insanın iki dudağı arasında şekillenmemeli” diyen Şiaoping’in Çin Denizi’ne savrulmuş külleri, Türkiye’nin ekonomi politikalarında Erdoğan’ın kurduğu sulta ve dayatmayı görseydi, yeniden bir araya gelir sırt üstü yüzmeye başlardı. Tek parti rejimiyle yönetilen komunist Çin bile kendisini tek adam diktatöryasından koruyacak bir sistem inşa edebilmişken, cumhuriyetle yönetilen (yönetildiği iddia edilen) ülkemizin bu hale gelmiş olması çok üzücü. Hay Allah! Konu yine bizim yoz başkanlık sistemine geldi. Tekrar Çin’e dönelim.

Çin, ABD’nin başını ezebileceği eşiği aşmış durumda. Başını ezemez ama, hala dizginleme şansı var. Ben bu şansın da, askeri alanda çok yüksek olmadığını düşünüyorum. Çünkü Çin’in herkesin bildiğinden daha fazla gücü var. Bunu yine Deng Şiaoping’den biliyoruz. Henüz çıktısı alınmamış kritik projelerin kamuoyuna ifşasını tehlikeli ve yanlış bulan, hatta eldeki bazı güçlerin mecbur kalmadıkça hep gizli tutulması gerektiğini savunan Şiaoping, bunu bir devlet stratejisi olarak Çin devletinin yönetim felsefesine nakşetmeyi de başarmıştı. Otomotivde, bilişim teknolojilerinde, konvansiyonel ticaret ve e-ticarette her yıl yeni bir sürpriz ve başkaldırıyla dünyayı sarsıyorlar. Savunma sanayiinde de çılgın gibi ilerlediklerini düşünüyorum. Ne ki bunları ifşa etmiyorlar. Tamamen yerli ve milli(!) tankımız Altay’ın hükümet erkanı tarafından 2012’de üretileceğine dair piyasaya propaganda pompalamasını ve 2026 yılında ancak en önemli aksamı ithal edilen tankları üretebilecek olmasını (o da belki) sizin takdirlerinize bırakıyorum. Ama yavaş yavaş her atılımı milletin gözüne sokmamayı öğreniyor, görmemişlik sendromundan sıyrılıyoruz. Yani Türkiye de savunma sanayiinde, kamuoyu veya başka ülkelerin bildiğinden daha güçlü bir pozisyona sahip. Tam bu satırları yazmıştım ki önüme bir haber düştü. Sanayi ve Teknoloji Bakan Fatih Kacır, Meclis kürsüsünde yeni geliştirilen ve dünyada bir ilk olduğu savunulan milli hedef algılayıcısı MİHAL’ı göstererek şov yaptı. Ya arkadaş, bir insan milli stratejiyi ne diye siyasi kariyer hesaplarının önüne paspas yapar ki? (Haberin linki)


Burada haksızlık etmemek adına önemli bir şerh düşmeliyim. Çin Komunist Partisi’nin iktidarda kalmak gibi bir derdi yok. Çünkü seçime girmiyor. Kendisini seçmene beğendirmek zorunda değil ve bu konuda algı oluşturmaya ihtiyacı da yok. Oysa demokratik seçimlerle iktidara gelinebilen ülkelerde seçmenin teveccühünü kazanmak bunun için de kendini pazarlamak zorundasın. Yani şartlar aynı değil. Bu bağlayıcılığın yanında cumhuriyetle yönetilen ülkeler içerisinde Türkiye’nin başka bir derdi daha var(dı). 15 Temmuz’dan ve CHP’deki yönetim değişiminden sonra bu derdin ortadan kalktığını düşünüyorum. Milletimiz yöneliş bakımından neredeyse tam ortadan ikiye bölünmüş durumdaydı. Devletimizin eski derin unsurlarıyla halkımızın çoğunluğunun ülküleri tam zıt yönde seyrediyordu. Son on yıllık süreçte devletle millet barışırken ve halkın diğer yarısının temlsilcisi sayılabilecek CHP’deki vizyon ve zihniyet değişimi de mevzubahis iki yarının istikametlerini büyük oranda paralel hale getirdi. Kılıçdaroğlu döneminde başlayan toplumun değerleriyle barışma atılımları ve Özgür Özel döneminde rayına oturan milli perspektif yaklaşımlarıyla bir asırdır bize patinaj çektiren bu paradoks büyük oranda ortadan kaldırıldı.

Bir dahi üçüncü kez aşk ile Çin’e dönelim. ABD, Çin’le savaşamaz. İçinizden keşke savaşsalar da dünyanın kafası biraz rahatlasa diyebilirsiniz. Böylesi bir savaşta her iki ülke de perişan olur, üçüncü ülkeler de belli oranda bu perişanlıktan payını alır. Her ikisi de böylesi bir kapışmada kendi safına çekeceği ülkeleri benzer yıpranma dairesinin içine sokarlar. Tarafsız kalabilen ülkeler bile ekonomik ve demografik sarsıntılar yaşar. Üstelik bu savaşın konvansiyonel silahlar üzerinden olacağını varsayıyoruz. Taraflardan biri sıkışıp işi nükleer silah boyutuna taşırsa, bu sefer iki ülkeyle beraber tüm dünya perişan olur. Peki ABD ne yapacak? İyice ivme kazanmış Çin’i durdurabilmek adına hasmını ekonomik alanda örselemek isteyecek. Bunun için dünyada demografik, ekonomik, askeri ve stratejik değere sahip ülkeleri bazı iltimas ve ulufelerle safına çekmeye yahut safında tutmaya çalışıyor. Türkiye’de bu dört alanda da temayüz etmiş bir ülke olduğundan bundan nasibini alıyor, alacak. Hal böyleyken Avrupa’ya neden böylesine kaba davranıyor dersiniz? Çünkü Avrupa zaten mecburen ABD’nin yanında yer almak zorunda. Benzetmemi mazur görün ama buna en uygun örnek karı/metres dikotomisidir. Karın zaten senin kadınındır, hoyrat davranırsın, fakat metresi yanında tutmak için gönlünü hoş etmek zorundasındır.


Türkiye son dönemlerde denge politikaları güderek arafta kaldı ve zamanı geldiğinde ABD’ye restler bile çekti. Mesela S-400 aldı. Bugünden bakıldığında 2,5 milyar doları çarçur etmek ve F-35’lerden mahrum kalmak gibi ağır bedelleri nedeniyle çok kötü bir politika olarak addedilebilir. Fakat o zaman için kesinlikle çok doğru bir hamleydi ve almasak bedeli inanılmaz ağır olabilirdi. Öncelikle artan Suriye tehdidi yüzünden muhtemel SCUD saldırılarına karşı hava savunma sistemine ihtiyacımız vardı ve NATO üyelerinin hiçbiri satmayı bırakın, kiralamaya yanaşmıyordu (müttefik değil şeytan). Dahası ABD’nin bizi F-35 programından çıkarması S-400 satın almamızdan kaynaklı değildi. Sadece ABD’nin algı yüklemelerini yutan ahmaklar böyle düşünür. S-400 ABD’nin bahanesiydi, o satın alma olmasa başka bir bahane uydurulup Türkiye zaten F-35 programından çıkarılacaktı. Çünkü satın alma yapıldığında yıl 2019’du ve Türkiye 2009 yılında Dolmabahçe Mutabakatı’yla başlayan ve 15 Temmuz 2016’da sona eren yeniden diriliş süreciyle ABD yörüngesinden çoktan çıkmıştı. Ve artık söz dinlemez, İsrail için tehdit oluşturabilirdi. Diğer yandan, o gün o S-400’leri almasak Astana Anlaşmaları’nda Rusya’yı ikna edemezdik ve muhalifler İdlib’den süpürülürdü. Sonrasında da Suriye Devrimi olmazdı. Son olarak Rusya, S-400 satışıyla kısmi de olsa teknoloji transferine müsaade edecekti. Etti mi bilmiyorum. Belki de Hisar geliştirilirken bu teknolojilerden yararlanıldı.

Türkiye, başka bir başkaldırı hamlesi olarak 2016’da Fırat Kalkanı Harekatı’nı icra etti. ABD ve İsrail’e rağmen. Ayasofya’nın cami olarak yeniden faliyete başlaması başka bir gövde gösterisiydi. Türki Cumhuriyetler, Afrika, Kafkaslar ve Balkanlarda sürekli etkin oldu. Son olarak 2024’ün Eylül ayında kurucu üyeleri arasında İran, Çin ve Rusya gibi ABD’nin hiç hazzetmediği ülkeler olan BRICS’e tam üyelik başvurusu yaptı. ABD Türkiye’yi zaten elden kaçırmıştı, üstüne bir de karşı tarafa geçme telaşı sardı. Türkiye gibi birçok yönden stratejik güç sahibi bir ülkenin uluslarası kuvvet terazisinde dengeyi rahatlıkla bozacağını en ebleh stratejistler bile bilir. Türkiye’nin bu hamlelerini blöf olarak görmemek gerekiyor. ABD ile ipleri tamamen koparıp karşı tarafa geçmeyiz. Ancak ABD’yle ipleri koparıp karşı tarafa geçmeden karşı tarafla dans edebiliriz. Bunu biliyorlar ve biz de bunu bildiklerini bilip ona göre vaziyet alıyoruz. Türkiye, dış siyasette son on senede bence destan yazıyor. Bunun sebebi de açık, çünkü dış siyasette kararları Erdoğan almıyor, stratejiyi Erdoğan çizmiyor. Üstelik dış siyasette en önemli kaldıraç ekonomiyken -bakın ne diyoruz ABD Çin’i ekonomi üzerinden hırpalamak isteyecektir- ve ekonomimiz büyük ekonomistimiz(!) Erdoğan tarafından sürklase edilmişken uluslararası siyasette bu kadar mahir olmamız çok etkileyici.

ABD, Çin'i ekonomi üzerinden nasıl vurmayı planlıyor? 

Sonraki bölümde...

lginizi çekebilecek diğer yazılar:

Free counters!

Yorumlar