Ortadoğu'da Meksika Açmazı (6)
SDG,
Suriye devletiyle silah teslim anlaşması imzalamıştı imzalamasına, ama ısrarla
el altından federal bir yapı ve özerklik talep ediyordu. İsrail’in diplomatik
ve istihbari destek verdiği bu proje Türkiye’nin canını sıkmaktaydı. Gazze’deki
katliam bütün şiddetiyle sürerken Erdoğan bunun da bahanesiyle İsrail’e
yönelik söylemlerini arttırıyordu; “İsrail, meşru bir devlet değil, terör
devletidir.” Bu açıklamalar Gazze’de etkin hiçbir şey yapamayan Türkiye’nin
tepkisi olduğu kadar, Suriye’deki İsrail operasyonlarına duyulan öfkenin bir
bileşimi olarak okunmalıdır. Bu arada Türkiye ve İngiltere de boş durmuyor
uluslararası platformlarda İsrail’e baskı kuruyordu. Nitekim BM’den ilk
açıklama geldi: “İsrail, Suriye hava sahasını kullanarak ve topraklarına
saldırarak ateşle oynuyor.”
SDG ayak
direttikçe Erdoğan daha da sertleşerek karşılık veriyordu.
Mazlum
Abdi: “Kırmızı çizgilerimiz, idari yetkinin sadece Şam’da toplanmaması ve
SDG’nin kimliğini kouyarak kurulacak ulusal ordu içinde yer alması.” (12 Nisan)
Erdoğan:
“Suriye’nin kalıcı huzura ve istikrara kavuşmasına kim engel olursa,
karşısında Suriye devletiyle birlikte bizi de bulacaktır. Terör koridoruyla
Suriye’nin parçalanmasına nasıl müsaade etmediysek, başka koridorlarla bu
ülkenin bölünmesine asla izin vermeyiz.” (15 Nisan)
Bu iki
açıklama üzerine etraflıca analiz yapmak gerekiyor. Bireysel olarak ayrılıkçı
Kürtlerde oluşmuş Kürt devleti ideası ilk bölümde de bahsettiğim gibi, artık
iliklere kadar işlemiş durumda. Bu hedeften Türkiye’nin isteği ve birkaç hak
kazanımıyla ayrılıkçı Kürtlerden hiçbiri feragat etmez. Türkiye’nin Suriye
Devrimi’nden sonra SDG’ye operasyon yapıp mevzuyu bitirmemesinin birkaç nedeni
var. Ama en önemlisi Erdoğan’ın seçim kaygıları. Erdoğan SDG ile savaşarak
bölgeyi kurtarabilirdi. Ama Türkiye’deki PKK sempatizanı Kürtlerden oy alması
çok zor hale gelirdi. Bütün seçim yatırımını DEM koalisyonuna yapmış bir lider
olarak Erdoğan bu işi sulh ile çözmek zorundaydı.
Diğer taraftan, mevzuya temkinli ve tedirgin yaklaşan milliyetçi muhafazakar seçmenin beklentileri de bir Kürt devletini kaldıramayacak seviyedeydi. Bu yüzden Suriye’de bir Kürt devletine izin vermek de mümkün değildi. Nihai kertede işi silah zoruyla halletmek gerekebilirdi. Ama bu Erdoğan’ın siyasi kariyerini de bitirebilirdi. Diplomasiyle meseleyi halletmek neredeyse tek çıkar yoldu.
SDG
cephesinde de mevzu başka dinamikler ekseninde dönüyordu. Tabanda bağımsız
Kürdistan heyecanı varken, üst kadrolarda da makam ve güçten vazgeçememek gibi
insani zafiyetler mevcuttu. Kurulacak bir Kürt devletinde başkanlık, bakanlık,
generallik hayali kuranlar için mevcut kazanımları terk etmek tam anlamıyla bir
kabustu. Tam gaz tünel kazarak ve tahkimat yaparak savaşa hazırlanıyorlardı. Türk
SİHAlarından korunmak, güvenli lojistik ve baskın kabiliyeti kazanmak adına
inşa edilen tünellerdeki boyutunu anlamanız için söylüyorum, sadece Fırat’ın
batısında 120 km tünel ortaya çıkarıldı. İşte bu sevdalar, İsrail’in kaşımak
için en çok kullandığı yaralardı. SDG’nin barışa attığı (atmak zorunda kaldığı)
her adımda Netenyahu soluğu ABD’de alıyordu. Zira ABD arkasında durduğu
müddetçe SDG direnmeyi tercih edecekti. Hatta sonraları, ABD’nin desteği olmasa
bile direnme niyetine girmeye başlayacaklardı. Sadece ABD’nin ağır baskı
yapması onları yollarından döndürebilirdi.
Türkiye,
ABD’ye rağmen SDG’ye operasyon yapmayı planlayacak kadar gözünü karartmış
görünüyordu. Daha önce bir kez yapmıştı, pekala tekrar yapabilirdi. O zaman PKK’nın
bölücü etkisine karşı beka problemi vardı ve bıçak kemiğe dayanmıştı. Şimdi de Büyük
İsrail projesiyle başgösteren daha büyük bir beka problemi var. Suriye’nin
doğusunu SDG’ye bırakmak her dolaylı olarak İsrail’e bırakmak anlamına gelir
ki, bu uzun vadede kaybetmekten başka bir şey değil. İsrail orada kendisiyle
sıkı fıkı bir Kürt devleti kurdurmak derdinde. Bunu başaramasa bile en azından
Türkiye-Şam ikilisini SDG ile savaştırmayı hedefliyor. Türkiye’nin böyle bir
savaşta galip geleceğini biliyoruz. Ancak bu sürecin Türkiye’yi ekonomik,
siyasi ve psikolojik olarak bir hayli yıpratacağını da biliyoruz. Zayıflamış
bir Türkiye’yle baş etmek İsrail için daha konforlu olmaz mıydı?
ABD
askerlerini bölgeden yavaş yavaş çekerek 1000’in altına indirdi. Şam-SDG
anlaşmasının ilk etabı olan Tişrin Barajı’nın Suriye birliklerine devredilmesi
bir türlü gerçekleşmiyordu. Bölgede çatışmalar arttıkça işin ciddiyeti anlaşılmıştı.
Fırat’ın doğusuna operasyon için en güvenli geçiş güzergahı olan Tişrin Barajı elden
giderse kara harekatı için çok önemli bir ikmal hattı açılacaktı. SDG baraja
canlı kalkan olarak sivilleri yerleştirerek direnmeye çalıştı. Probleme
sağduyulu yaklaşmaları adına bölgeyi ziyaret edip kendileriyle bir kez daha istişare
yapan DEM heyetini de kaale almadan yine federatif yapı arzularını açıkladılar.
Ertesi gün hem Hakan Fidan’dan hem Şam’dan SDG’ye sert mesajlar verildi. Hemen
ardından PKK’nın hamisi İsrail’den ses geldi. İsrailli bakan Smotrich: “Bu
savaşı, Suriye’yi parçalayarak ve İran’ın nükleer programını yok ederek
sonlandıracağız.”
SDG kuzeyde direnirken güneyde Dürziler de
hareketlendi ve Sahnaya kasabasına saldırıp ele geçirdiler. Sonrasında Suriye
ordusu kasabayı geri aldı. Süveyda, Şam ve Deraa kırsalında Dürzi çetelerle
şiddetli çatışmalar yaşanıyordu. İsrail’den yardım talebinde bulunan çeteleri
Tel Aviv geri çevirmedi ve bölgedeki Suriye hükümet birliklerini ağır şekilde bombaladı.
Şam’daki başkanlık sarayının hemen yakınlarını da vurdu. Ağır kayıplar veren
hükümet güçleri yine de Süveyda’ya girip dürzi çeteleri püskürttü. Yani Nisan
ayı sonunda hala her şey istim üzerindeydi.
3
Mayıs’da İsrail Suriye’nin Deraa, Şam, Humus, Hama, Lazkiye ve İdlib
eyaletlerinde onlarca hava saldırısıyla askeri hedefleri vurdu. Şam’daki başkanlık
sarayının 300 m yakınındaki hedefleri havaya uçurdu. Bunun Şam yönetimine uyarı
amaçlı olduğunu söylemekten de beri durmadı. Türk savaş uçakları Suriye’nin
kuzeyinde İsrail savaş uçaklarına sinyal karıştırıcı önleme uçuşları yaparak en
azından operasyonun kuzeydeki etkisini kısıtlamayı başardı. Türkiye kuzeyde
SDG’yi darlarken, İsrail de güneyde Şam hükümetini sıkboğaz ederek karşılık
veriyordu. Ayrıca Dürzilere, hükümet tarafından yapılacak tüm müdahalelere de
karşılık vereceklerini belirttiler.
Bu
kargaşanın içinde PKK kongresi 8 Mayıs’da toplanarak silah bırakma kararı aldı.
Ancak şunu da belirtmeliyiz. SDG süreci öyle ya da böyle bir yola girmeden PKK militanları
silahlarını teslim etmeye çok da yanaşmayacaktı. Türkiye diplomatik ataklarına
devam ediyordu. Erdoğan Trump görüşmesi sonrası Suriye’ye uygulanan
yaptırımların kaldırılmasına karar verdi (13 Mayıs). Bir gün sonrasında da
Trump ve Ahmed El-Şara Suudi Arabistan’da yüz yüze görüştü. Bu görüşme, önemli
bir meşruiyet sıçraması olarak tarihe geçti.
Diplomatik
bilek güreşi olanca hızıyla devam ediyordu. F-35’lerle Ortadoğu hava sahasında
büyük üstünlük elde eden İsrail’e önlem olması amacıyla İngilizlerden
Eurofighter uçakları almak isteyen Türkiye, uçağın üretim bileşenlerinden ve
İsrail’e karşı hep boynu eğik olan Almanya’nın vetosuyla karşılaşmıştı. Ancak
İngiltere bu blokajı diplomatik süreçlerle kırmayı başardı. Yine diplomatik
baskıyla PKK elebaşlarından Cemil Bayık’a “Misak-ı Milli, Türk-Kürt
ittifakıdır” açıklaması yaptırıldı. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nda Türklerle
birlikte hareket eden tek millet Kürtlerdi. Kafatasçı politikalar ve
propagandalar bu yaklaşımı uzun süre unutturmayı başarmışlardı.
Devam edecek...
İlginizi çekebilecek diğer yazılar:
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.