Tarihi Süreçte Kadın
Geceler karanlık, sokaklar ıssız ve hatta sokak bile yok, belki
biraz patika var. Vahşi hayvanların saldırısına maruz kalmak an meselesi.
Devlet otoritesi yok, dolayısıyla kolluk kuvvetleri de yok. Yiyecek bulmak için
tabiatta ciddi bir efor sarfetmek, risk almak gerek… İşte böyle başladı bizim
hikayemiz. Cesaretin, fiziksel gücün en çok prim yaptığı zamanlardı. Haliyle
erkeklerin dünyasıydı. Kadınlar yardımcı oyuncuydu. Ve tam da bu yüzden hepsi bir erkeğin (baba, koca veya oğul)
kanatları altına sığınmak durumundaydılar. Kadınların bu acziyetlerini
suistimal eden erkekler, pek çok hayati ve tamamlayıcı fonksiyon icra eden
kadınlara, ancak figüran rolünü layık gördüler. Duygu Asena’nın dediği gibi
kadının adının olmadığı zamanlardı.
Giderek çoğaldık. Yerleşik hayat, tarım, hayvancılık, ticaret
derken köyler kasaba, kasabalar şehir oldu. Önce toplumsal normlar oluştu,
sonra yazılıp kanun oldu. Çeşitli formlarda devlet modelleri, yani toplumsal
otoriteler zuhur etti. Bütün bunlar kadının özgürlük ve hak alanını çok az
genişletebildi. Her ne kadar insanlık ve medeniyet tekamüle devam etse de 19.
yüzyıla kadar tabloda kayda değer bir rol değişimi olmadı. Kadınlar kazanılan
bir savaş sonrası mal hükmünde işleme tabi tutuldular. Tarih, muzaffer
erkekleri yazdı hep, ya da tarihi onlar yazdırdı. Bu erkeklerin atlarının terkisinde yaşadığı köyden uzaklaşırken,
çocuklarına, akrabalarına, büyüdüğü topraklara, geçmişine ve hayallerine yüreği
parçalanarak veda eden milyonlarca kadının hikayesini yazmakla hiç meşgul olunmadı.
Hayatının kalan kısmını, kocasının kafasını uçuran ve kendisini çocuklarından koparan
bir adamın karısı olarak geçirmek kolay mı sanıyorsunuz? Bu ağır tecrübeyi şu
kısacık hayatta birkaç kez yaşayan kadınlar oldu. Kadınların adaptasyon
yetenekleri bir hayli güçlü. Eski kocasını öldüren bir erkeği sevmeyi başarmak
zordur elbette. Ama kadınların rasyonel yanları gelişmiştir. Hayata yeni bir
sayfa açıp, tutunup, taze bir başlangıç yapma konusunda oldukça maharetliler. Örneğin
Cengiz Han’ın hem annesi, hem karısı benzer şekilde küllerinden doğmuş
kadınlardır.
Eskiden bir kadının toplumsal statü ya da erk kazanabilmesi ancak miras veya evlilik vasıtasıyla mümkün olurdu. Bu hala geçerliliğini koruyan
bir enstrüman. Ancak endüstri devrimiyle kadınlar, erkeklerin dünyasında ucuz
işgücü olarak kendine yer açmaya başladı. Her geçen gün dünyadaki güç
pastasından aldıkları pay da giderek artıyor. Teknoloji geliştikçe, ağır işler
iş makinelerine yüklendikçe erkeklerin iş dünyasındaki fiziksel güç avantajı
giderek kayboluyor. Ama ne olursa olsun kadınların
dünyadaki erk dağılımında erkekleri yakalaması veya geçmesi mümkün görünmüyor.
Mesela Rusya’da hayatı, ekonomiyi kadınlar ayakta tutuyor, ama otorite ve güç
merkezleri hala büyük oranda erkeklerin elinde, böyle de olmaya devam edecek.
Kadınların erkeklere göre çok sayıda üstün yanları var. Mesela
konuşurken kendilerini iyi ifade ederler, daha merhametlidirler, daha
sabırlıdırlar, daha hızlı adapte olurlar, kaba kuvvet gerektiren çatışmalarda
zayıf olsalar da medeni ortamlarda daha cesur davranırlar, pratik düşünürler,
siyasi zekaları daha gelişmiştir, ölümcül hastalıklara karşı daha
dirençlidirler. Bunlar, kadınların ilk aklıma gelen üstün yanları. Dikkat
ederseniz insani olarak hoş görünen bu özelliklerin çoğu vahşi güç savaşlarının
olduğu bir dünyada dezavantajdır. Binaenaleyh erkeklerle girdikleri güç
savaşlarında bazı ufak cephelerde başarı kazansalar da, nihai kertede her
seferinde erkekler bu savaşın mutlak kazananı oluyor. Üstünlüğün takva ile
olduğuna inanan biri için yukarıda anlattığım şeylerin bir kıymeti harbiyesi
kalmaz. Örneğin iyi bir insan, saliha bir kul olmayı hedefleyen bir kadın için
merhamet, sabır, sebat, süreklilik gibi kadınlarda güçlü şekilde var olan
birtakım özellikler, çok faydalı araçlar haline dönüşüverecektir. Ama son
yüzyılın cereyanlarına kapılarak erkeklerin güçlü olduğu alanlarda cenge
çıkmak, sonu hüsranla bitecek beyhude bir hayal. Kronik Feminik başlıklı yazımda feminizmin açmazlarını ele almıştım.
Günümüzde, onlarca asır boyunca bastırılmış kadın şahsiyetinin, bu
birikmiş öfkeden aldığı enerjiyle zembereğinden boşanmış yay gibi kendi
yaratılış sınırlarının fevkinde iddialarda bulunması anlaşılabilir bir durum.
Bir bakıma sonradan görme sendromu. Fakat bu başıbozuk manifestonun bedelini büyük
oranda yine kadınlar ödemek zorunda kalıyor, kalacak. Sahnede çokça görünme
arzusu ve kabarmış özgüvenleriyle erkek egemen dünyayı değiştirmeye dair çabaları sırasında çokça açığa düştüklerinden, çok boyutlu suistimale
maruz kaldıklarını biliyoruz. İş dünyasında yoğun şekilde cinsel mobbinge
uğrama, ağır gerilimden kaynaklı kadınsı özelliklerde zayıflama gibi bir takım
zararları göğüslemek zorunda kalıyorlar. Uzun projeksiyonlu tahminlerim,
pozisyon alma, alan açma konusunda kadınların gösterdiği huruç harekatının bir
süre sonra resesyona gireceği, sonra yeniden daha akil çıkışlarla tekrar atak
yapacağı ve böyle birkaç salınım yaptıktan sonra bir dengede karar kılacağı
yönünde. Umarım bu denge noktası
kadınların yaradılış kodlarına uyumlu bir yerde hayat bulur. Buradaki
sapmanın cüz’i olmasının, hem kadınların dişil, hem de erkeklerin eril
özelliklerinin sağlıklı bir seviyede dengeye oturması açısından önemli olduğunu
düşünüyorum. Üniseks noktalara kayacak bir yakınsama hem erkekleri hem
kadınları mutsuz edecektir.
Bir çok kadının kafasının arkasında “keşke erkek doğsaydım”
temennisi mevcut. Lakin bunu açıktan dile getiren pek yok. Halbuki erkekler
kendi aralarında muhabbet ederken “bizde biraz şans olsaydı, anamızdan kız
doğardık” diye sıkça gündeme gelen bir deyiş var. Bu, özellikle toplumca
kendilerine yüklenmiş ağır sorumluluklardan ve gerilimli hayattan bunaldıklarında
şakayla karışık dile getirdikleri bir cümle. Oysa ki yaradılış kanunlarında
yetki/sorumluluk paralelliği olduğunu hepimiz biliyoruz. Dünyanın ağır yükünün
çoğunu (risk) erkekler çekiyor. Bunun karşılığında güç de onlarda. Güç isteyen
kadınlar, sorumlulukta o kadar da hevesli değiller. Keşke herkesin üç beş
aylığına da olsa karşı cins olarak yaşama fırsatı olsaydı. Kadın olsun, erkek olsun bir insanın cinsiyetiyle barışık yaşaması hem
kişisel, hem toplumsal huzur bakımından elzem bir parametre.
İnsanlığın kadınlara bir özür borcu var. Şimdi tutup kadınları baş
tacı edip, fazlasıyla şımartalım demiyorum. Yapay pohpohlamalar ve
fıtratlarının kaldıramayacağı suni güç yüklemelerinden de bahsetmiyorum. Bu
özrü erkekler kendi içinden dilemeli. Erkek atalarının kadınlara çektirdikleri
zulümlerin farkında olmak, kadına bihakkın pozisyon tevdi etmenin önemli bir
gereği. Kadının onurlu bir şekilde hayat süreceği, fiziksel ve psikolojik
yüklerinin kadın yaratılışına uygun tanımlanacağı, erkeklerin kadın hak ve
özgürlüklerini suistimal edemeyeceği bir düzen tesis etmek dünyayı çekip
çekiştiren erkeklerin üzerine vacip. Kadınlar en çok etraflarına kadınsı
özellikler yaydığında güzelleşiyor. Bu yüzden kadınları doğru konumlamaya, kadınlardan
çok erkeklerin ihtiyacı var.
Erkeklerin güç ve otoritesine isyan eden modern
dönem kadınlara şu zor soruyu sorarak yazımı tamamlıyorum; Erkeğinin sesini
yükseltmesine bile modern kadının şiarı diyerekten karşı taarruzda bulunurken,
yine modern dünyanın tanrıcıklarından Nietzsche’nin “Kadına mı gidiyorsun? Kırbacını unutma” sözüne
neden sevimli bir uysallıkla şapka çıkarıyorsunuz?
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.