Bir Dönemin Sonu mu? (2)

Bugünü doğru anlamak için çok gerilerden gelmek lazım. Ancak okurları sıkmamak adına hikayeyi Refah Partisi’nin büyükşehirlerde belediyeleri kazandığı 94 seçimlerinden ele alacağım. O zamanı anlayamazsak bu zamanı da doğru tahlil edemeyiz.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin kontrolündeki bir grup azınlık tarafından yasama, yürütme, yargı, bürokrasi, sermaye, askeriye, kültür araçları ve basın metazori yöntemlerle ele geçirilmişti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ipler ABD’nin eline geçince iki değişim oldu. Ülke yönetiminde yukarıda saydığımız sekiz başat aktörden yasama ve yürütme yetkileri, otoriter formdan çıkarılmış halkın seçimlerle belirleyebileceği demokratik tercihlere bırakılmıştı. O vakitten sonra da Türkiye’de siyaset, hep dış güçlerin oyun kurmaya çalışması ve halkın buna verdiği reaksiyonlar arasında geçen savaşlara sahne olmuştu. Halkın sandıktan haykırdığı isyanlar, her sefer farklı enstrümanlarla, bunların hiçbirisi fayda vermediğinde de nihai kertede ABD güdümündeki askeri darbelerle bastırılmıştı. Türkiye üzerindeki egemen unsur İngiltere’den ABD’ne kaymışsa da iç operasyonlar hala aynı azınlık kitle tarafından deruhte ediliyordu. Ta ki ABD’nin Ortadoğu’da yeni harita çizmeye niyetlenmesine kadar.

Kendilerini halkın üzerine konuşlandırmış bu azınlık kitle, halka rağmen halkın geleceğini tayin etmede kararlıydı. Modern, Batılı, seküler bir halk yaratmayı ve Batı dünyasının bir parçası olarak yoluna devam etmeyi prensip edilmişti. Bu azınlığın Batıyla entegre ve uyumlu bir çizgisi olsa da, ABD Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye kalkınca Türkiye’nin toprak bütünlüğü tehdit altına girmiş ve kafalar karışmıştı. Burada ABD’nin hesaplayamadığı bir parametre işleri fazlasıyla işin içinden çıkılmaz hale getirdi; O güne kadar kendilerine emir kulu gibi tabi olmuş Batı sevdalısı ve tetikçisi jakoben kitlenin vatan sevdası ve milliyetçi refleksleri. ABD Türkiye’nin içindeki partnerleriyle karşı karşıya geldi. Derin devleti de elinde bulunduran bu grup, bir taraftan inandığı modern, seküler, Batılı bir Türkiye’den, diğer taraftan da ülkenin onuru, toprak bütünlüğü ve bağımsızlık ülküsünden vazgeçemiyordu. Bu tereddüt 15 Temmuz’a kadar devam edecekti.


Azınlık Ruhu Candır

1994 yerel seçimlerinde beklenmedik şekilde Ankara ve İstanbul seçimlerini radikal İslamcı çizgideki bir parti olan Refah Partisi adayları kazanmıştı. Bunu Refah Partisi’nin başarısından çok diğer partilerin beceriksizlikleri ve yozmaşlarına yormak gerekir. Çünkü Milli Görüş içinde ağır İslami referanslar taşıyan şeriat beklentisi olan marijinal bir çizgide siyaset yapıyordu. Buna rağmen halk son çare olarak Refah’a sarılmıştı. O günden itibaren devlet, bahsettiğimiz sekiz enstrümanıyla Erdoğan ve Gökçek üzerinden Refah Partisi’ne yüklenmeye başladı. “Halkın %80’i size karşı”, “Türkiye İran olmayacak” türünden retoriklerle ve “Mini etekli kızın bacağını bıçakladılar”, “İçki satışları yasaklanıyor” tarzında tezviratlarla baskı altına alınan Refah kadrolarının işi bir hayli zordu.


Azınlık psikolojisi tam da böyledir. Egemenler seni sıkıştırdıkça kendini göstermek için çılgınca çabalarsın. Yaratılan atmosferle azınlık, geçici ve aşağıda hissettirilen Refah yöneticii ve kadroları, anlayışlı, kucaklayıcı, çalışkan, iş bitirici bir perfomansla topluma kendilerini kabul ettirme çabasına girdiler. Azınlık psikolojisi, Refah kadrolarına  tam anlamıyla roket yakıtı etkisi yapıyordu. Sadece yürütmenin yerel iktidarına sahiptiler, kullanabilecekleri tek silah da halkı arkalarına almaktan geçiyordu. Kısa sürede toplumsal destekleri büyüdü. Öyle eskisi gibi iktidarlarından kolayca kazınacak gibi durmuyorlardı.


Kısa süre sonra Refah Partisi’nin iktidar yıpranması bir tarafa, bilakis giderek güçlendiği görüldü. Bu ivme sonraki genel seçimlerde Refah Partisi’ni iktidara taşıyacaktı. Refah’ın önü yumuşak bir darbeyle kesildi ve Başbakan Necmettin Erbakan bir operasyonla alaşağı edildi. Fakat İBB başkanı Erdoğan tüm ülke genelinde konuşulur hale gelmişti. Sandıkta durdurulamayacağı anlaşılınca bir bahane ile hapse atılarak onu da bertaraf ettiler. Refah Partisi’ni de kapatarak mevzuyu tastamam çözen zinde güçler, rahata ermiş görünüyordu. Ama kazın ayağı öyle olmayacaktı.


Tamam, siyasal İslamcıların önü kesilmişti kesilmesine de, devlet ve ülke ekonomisi türbülansa girmişti. Halk bir taraftan ekonomik darboğazla uğraşırken, diğer yandan da Patagonya’ya dönüşmüş cunta güdümlü devletin geleceğinden endişe eder olmuştu. Yeni bir ışık, yeni bir umut aranırken herkesin gözü Erdoğan’a çevrilmişti. Erdoğan, Refah Partisi’nin kapatılmasını bahane ederek Refah Partisi gelenekçilerinden kendisini kurtaracak olan Ak Parti’yi kurdu. Böylece hem yeni bir anlayışla siyaset üretilecek, hem de Erbakan’ın sarsılmaz liderliğinden yumuşak bir geçişle kurtulunacaktı.

Erdoğan bütün bunların yanında Erbakan’ın düştüğü hataya düşmeyerek Batı’ya özellikle de ABD’ye gerekli mesajları vermeye de özen gösteriyordu. Erbakan’ın başına gelenlerden ders çıkarmış, derin devletin araçlarınıı alt etmenin yollarını arar olmuştu. 


Ak Parti 2002 Kasım’ında yapılan genel seçimlerde Meclis’in neredeyse ⅔’ünü ele geçirmişti. Aldığı oy %34,5 olsa da üç partinin kıl payı barajı geçememesi çok sayıda koltuğu kapmasına neden olmuştu. Bu sayı önemliydi. Çünkü Meclis’te öyle 5-10 vekilin kafası çelinerek iktidardan düşmeyecek kadar büyük bir çoğunluğa sahiptiler, fazladan 87 milletvekilleri vardı. Yumuşak operasyonla alt edilemeyeceği anlaşılan Erdoğan’a daha sert operasyonlar gerekiyordu.


Erdoğan seçim yasağının kaldırılmasıyla başbakan olmuştu. Görünüşte yasama ve yürütmeyi ele geçirmiş gibiydi. Halbuki yürütmenin esas unsurları tamamen cumhurbaşkanının kontrolündeydi. Erdoğan’a devletin genel işleyişinden çok maslahat sayılabilecek işler kalıyordu. Meclis’teki çoğunluğu da hakeza daha palyatif yasaların kontrolüne muktedirdi. Yani çeyrek yürütme, çeyrek yasama gücü kazanabilmişti.

Toplum geneli dışarıdan bakınca şunu gözlemliyordu; bir halk lideri derin devletin kemikleşmiş organlarına karşı bir varoluş mücadelesi sergilemekteydi. Oysaki arkada daha büyük ve farklı bir savaş cereyan ediyormuş. Onlarca yıl ABD’nin emir kulluğunu yapan ülkenin zinde güçlerine karşı Erdoğan ve ABD birlikte operasyona başlamıştı. Devlet ABD’nin niyetini görmüş ve direnmişti. Erdoğan’ın tek hedefi ise iktidarda kalmaktı. Erdoğan’ın BOP başkanlığını kabul etmesi ve hatta bununla iftihar etmesinden, Güneydoğu’yu Türkiye’den koparacak tezkereyi canhıraş şekilde savunuşundan, Kıbrıs’ı Avrupa’ya armağan edecek birleşme sürecini desteklemesinden anlıyoruz ki dünyadan haberi yokmuş.


Büyük devletler böyledir. Hedefe ulaşmak için küçük ülkelerde kendilerine yerel partnerler bulurlar. Bunlarla yol yürünmez olunca eski yol arkadaşlarını gömer ve işini çözecek yeni partnerlerle anlaşırlar. Türkiye’nin tamamına sirayet etmiş olan derin yapılanmayı çözebilmek adına halkta büyük bir karşılığı olan Erdoğan’la yürümeyi seçen ABD, Erdoğan’ın önüne koyduğu iktidar havucunu maharetle kullanıyordu. Erdoğan’daki iktidar şehvetinin yoğunluğu ellerindeki en büyük kozdu. Erdoğan ülke içindeki egemenlere karşı savaşırken ABD ve Avrupa’dan sınırsız destek alırken, aynı zamanda bürokrasi, askeriye, yargıda örgütlenmiş yerel yapılanmanın yani Fethullahçıların operasyonlarıyla her gün mevzi kazanıyordu.


Kısacası Erdoğan, Batı ve FETÖ troykası 80 yıllık Türk derin devlet yapılanmasına karşı harekete geçmişti. Hepsinin kafasında farklı hedefler vardi ama ortak düşmana karşı yekvücut olmuşlardı. Erdoğan’ın önemli bir şansı da o dönemki Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün daha liberal ve ılımlı bir karakter olmasıydı. Özkök ordudaki şahinleri bir süreliğine de olsa dizginlemişti.


Erdoğan’ın bir şansı da dünya ekonomisinin yükseldiği dönemde görev yapıyor olmasıydı. Ekonomiye sokulan sıcak parayla geleceğin inşası değil, halkın keyif ve konforunun artırılması yönünde adımlar atıldı. Halk zenginleşmiş ve bunu kendisine bahşeden Erdoğan’a destek çığ gibi büyümüştü. Erdoğan’ın demokratik yöntemlerle durdurulması artık imkansız hale gelmişti.


Hafızalarda derin devletle karşı karşıya gelen Erbakan’ın kısa sürede iktidardan indirilmesi hala tazeydi. Erdoğan’ın ikinci dönem ve çok daha büyük oy oranıyla seçilmesinden anlaşılmıştı ki bu iş uzun sürecekti ve hayat da kısaydı. Her dönemin adamları, Erdoğan’ın kalıcı olduğunu fark edince dümen kırdılar ve Erdoğan’a küfreden birçok isim kısa sürede onun yandaşı oluverdiler. E tabi Erdoğan’ın da onlara ihtiyacı vardı, sevinçle kabul etti yanına. Aslında Erdoğan’ın ve Ak Parti’nin omurgasının bozulması o dönemde başlamıştır.


Sonraki bölüm.

----------------------


Free counters!


Yorumlar

  1. Tam gecmediginiz tarafin dilini de kullanmaya baslamissiniz (radikal islamci,siyasal islam),komplocu teoriler de var

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumlarınız küfür, hakaret vs içermediği müddetçe, en sert eleştirileri dahi içerse yayınlanacaktır.