Kimin yahut Neyin Muhassalasıyız?


Bazen oturup düşünüyorum. Bu beden, bu zihin ve o bir türlü tanımlayamadığım “ben” denen şey. Hayatın içine karıştığımda tamamen sahiplendiğim ve bedensel ve ruhsal olarak o mutlu, başarılı olsun diye didindiğim bu “ben”? Bir yere oturtamıyorum varlığımı. Kim olduğumu değil, daha çok varlığımı sorguluyorum. Uzun süre konsantre olup düşünülecek bir konu değil. Çıldırma merhalesine geliyor insan. Ya da başka bir deyişle, düşünce karmaşasında zihnim yolunu kaybediyor, korkup geri çekiliyorum. Tekrar bırakıyorum kendimi hayatın dağdağasına.


Ruh üzerine tefekkür edip derinlere kadar kulaç atabilen insanlar olduğunu biliyorum ve onlara saygı duyuyorum. Ama fikir ve ruh dünyaları nasıldır bilmek zor doğrusu. Belki de bir kısmı çevremizde dolanan ve meczub diye gördümüz insanlardır, kimbilir.

Bu yaşıma gelirken milyonlarca harici dokunuşa maruz kaldım. Kendi irademle sahip olduklarım veya kendi irademle işlediğim fiiller aslında, gayri iradi alanlarıma göre yok denecek kadar az. Bu hemen herkes için geçerli bir kural.

Şair arkadaşımız Cevdet Karal “İnsan büyük oranda okuduğu kitaplar ve tanıştığı insanların eseridir” diye bir beyanatta bulundu. Bu yoruma birinci itirazım genetik kodlarımızın hafife alınmasıyla ilgili. Oysa bir insan çok büyük oranda genetik şifrelerinin eseri ve buna müdahale etme şansımız hiç yok. Doğduğumuz zaman dilimi, içinde büyüdüğümüz aile, köy/kasaba/şehir, okullarımız, hocalarımız, arkadaşlarımız… Bütün bu saydığım çevresel aktörler ve şartlar, kimi zaman sert darbelerle, kimi zaman ince işçilikle anne/babamızdan tevarüs ettiğimiz ırsi materyal üzerinden bizi şekillendirebilen unsurlar. Yani hamur, cevher, çimento hazır geliyor, diğerleri ancak mimari tasarımla ilgilenebiliyor.

Karal’a ikinci itirazım kitapların etkisi üzerine. Tahminimce kendisi çok kitap okuduğu ve daha steril bir sosyal çevrede yaşadığı için herkesi öyle sanıyor. Hâlbuki toplumda okuyan insan oranı çok az. Seyredilen film ve dizilerin, dinlenilen müziklerin kitaplardan çok daha derin tesirleri var insanlar üzerinde. Bunların sadece fikirsel manada değil, davranış ve algılarımızın şekillenmesinde de hatırı sayılır etkileri bulunuyor. Her insanın hayattan beslenme şekli değişik olduğundan, farklı oranlarda farklı parametrelerden etkilenip bir yol tutturuyoruz. Kimi okuduğundan, kimi seyrettiğinden, kimi yaşadığından daha fazla ders alıyor.

Okuyacağımız kitabı, dinleyeceğimiz müziği, seyredeceğimiz filmi kendimiz tercih ettiğimizi zannetsek de, çoğu zaman teamüllerin, lobilerin, reklamların yönlendirmesiyle kararlarımızı alırız. Belki okuduğumuzda, seyrettiğimizde, dinlediğimizde ruhumuzda ve fikriyatımızda kalıcı ve sarsıcı etkileri olacak birçok esere, çevirisi yahut dağıtımı yapılmadığı için ulaşma fırsatımız olmuyor. Dahası önümüze düşen yapıtlarda bize verilmek istenen algı ve bilgi genelde açıktan değil, dolaylı ve sübliminal tekniklerle zerkediliyor. Savunmasız, gardımız düşük ve duygusal hassasiyetimiz alabildiğine geçirgen haldeyken, öylece sunum yapıyorlar. İnsanın, hangi kaynaklardan besleneceğine dair tam bağımsız bir düşünce evreni kurabileceğine katiyetle inanmıyorum. Hatta kısmi bağımsızlık bile büyük başarı addedilebilir. Çoğu insan bunu bile başaramıyor, yaşam selinin sularında sürüklenip savruluyor.


Ailemiz, arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz, eşlerimizi seçme lüksümüz de yok. “Hadi aileyi anladık, ama arkadaş, eş ve öğretmenlerimiz için bu ne kadar doğru” dediğinizi duyar gibiyim. Bir kere tesadüf ettiğimiz insanlar, milyarlarca insan arasından bizim inisiyatifimiz dışında karşımıza çıkan, hepi topu 5-10 bin kişi ve kalanlar hakkında hiçbir fikrimiz yok. Belki görünce hesapsız kenetlenip dost olacağımız türden, çılgınca sevip evleneceğimiz kimlikte milyonlarca kişiyi ıskalıyoruz. Gideceğimiz okula kendiniz karar verseniz ne olacak ki? O okulda sizi hangi hocaların beklediğinden bihabersiniz. “O bir yana dünya bir yana” diyecek kadar tutulduğumuz insanlara çoğunlukla tesadüfen rastlamıyor muyuz? “O”na değil başkasına rastlasak, bu sefer dünyanın kalanını bu yeni kişi uğruna bir kenara fırlatacağız. Üstelik fırlattığımız dünyanın içinde eski “O” da bulunacak.

Özetleyecek olursak, beher insan için hayat, çok çok büyük oranda kaderin o kişiyi hizaya çektiği minvalde sürüyor. Cüzi irademizle kendimiz kararlar aldığımızı düşünsek de, o kararları alırken, beynimizin kıvrımları arasına bizim dahlimiz dışında sızmış milyonlarca mikro yönlendiricinin emrinden kolay kolay sıyrılamıyoruz.

Yazıya başlarken üzerinde durduğum, düşünce deryasında yolumu kaybetmemin başlıca sebebi bu. İki insanın genetik ortaklığından hasıl oluyorsunuz. Aileniz, yaşadığınız coğrafya/iklim, hocalarınız, arkadaşlarınız, okuduğunuz kitap, seyrettiğiniz film vs. Bütün bunların ürünü olarak “ben” diye sahiplendiğiniz bu yaratık, size de acayip gelmiyor mu?


Genelde içine düştüğüm fikirsel buhranlara bir şekilde çözüm bulup, kendimi kıyıya atmayı başarabilmişimdir. Yazılarımda bu çözümleri serahatle açıklayarak, belki henüz çözüm bulamamış gençlere yol göstermeyi de ihmal etmedim. Ancak bu türden ontolojik bilmeceler arasında boğulup kaldığımı itiraf etmeliyim. Hani bir çıkış yolu göstereceksem şayet, bu işlere fazla kafa yormamayı tavsiye edebilirim ancak.

Belki henüz ruh, beden, varlık sorgusunda, dışarıdan kendisine bakıp kendisini anlamlandırma çabasına girmemiş olanlar vardır. Bir gün kırmızı çizgiyi aşıp, “ben” denen şeyle bulanık bir satıhta ve ürkütücü bir iklimde baş başa kaldıklarında, ne dediğimi daha iyi anlayacaklardır.

 -----------------------------------------

Free counters!
 Sitede yayınlanan yazılardan haberdar olmak için lütfen abone olunuz.














Yorumlar